Hayatımıza Giren Davetsiz Misafir...
Artık evlerimizi birleştirdik gibi birşey oldu. Benim evim daha geniş ve manzaralı, ayrıca kışın daha sıcak olduğu için bütün kışı benim evimde geçirdik. Havalar düzelmeye başlayınca Kral'ın Marjanishvili'deki evine taşındık. İki evimiz var yani, bir orada bir buradayız ama devamlı birlikteyiz. Evin içinde birimizden birimiz tuvalete bile gittiğinde diğerimiz özlüyor ve merak ediyor:) Birlikte alışveriş yapıyoruz, yemek yapıyoruz, akşamları çıkıyoruz geziyoruz, şehri geziyoruz... Kral zaten üç yıldır burada, benim yabancı olduğum bu şehri ve insanlarını o tanıtıyor bana. Mahallenin muhtarı gibi zaten, kırk kişiye selam vermeden şuradan şuraya gidemiyoruz! Ara ara eski kız arkadaşları da denk geliyor, kucağa atlamalar eşliğinde moccuk moccuk öpüşmeler falan:))) İnanır mısınız hiç kıskanmıyorum, çünkü onun kalbi ve beyni bana, benimki ise ona ait. Sadece gülümseyip ben de tanışıyorum kızlarla, sonra da "seni çapkın seni" dercesine göz kırpıyorum Kral'a. Biraz kızarıyor ve omuz silkiyor, kolunu omzuma atıp göğsüne bastırıyor beni, sımsıkı sarılıyor. Bu dünyada ikimizden başka kimse yaşamıyor sanki, kimse umurumuzda değil. El ele geziyoruz Tiflis sokaklarında, şehir bizim, dünya bizim!
20.Haziran'da doğumgünü var, ona güzel bir sürpriz hazırlamak istiyorum. Aklımda Nice, Monaco ve St.Tropez içeren bir tatil organizasyonu var. Acenta ile de görüştüm, otelleri seçtim. Mesela Nice'de Negresco'da kalacağız, o ruhu yaşamamız lazım. Monaco'da Meridien... St.Tropez'e günübirlik gideriz diye düşündüm. Tabi ki Monte Carlo'da Casino'ya gitmemek de olmaz. Araba kiralayacağız mecburen. Ufak bir detay var: Schengen vizesi almamız lazım o yüzden Kral'a bu tatili çıtlatmak zorundayım. Güzel bir cafede oturmuş tatlı-kahve keyfi yaparken soruyorum vizesi var mı diye. Yok... Tabi ki merak ediyor, zaten aşırı meraklı kendisi - tam bir ikizler burcu- vaziyeti anlatana kadar rahat vermiyor. Dökülüyorum ben de, böyle böyle tatile gideceğiz, hemen vize almamız lazım diye. Vayyyy, kıyametleri koparıyor! "Hayatta olmaz, böyle bir maliyete nasıl girersin, asla kabul etmem" falan... Yahu, rezervasyonları yapmışız, acentaya ön ödeme yapmışım, nasıl olmaz? En sonunda daha mantıklı bir maliyetle Rodos tatiline düşürüyoruz baremi, onu kabul ediyor. Acentaya gidiyoruz birlikte, bu son dakika manevrası ile bütün organizasyon Rodos'a kayıyor. Tamam, napalım, Yunanistan'a gideriz biz de...
Vize için koşuşturmacalar, tatil öncesi alışveriş, bavullar, uçak biletleri falan derken Atina uçağında buluyoruz kendimizi. Atina'dan Rodos'a aktarma yapacağız Athena Havayolları ile... Anammm, bir de ne göreyim, Atina'dan Rodos'a uçuş pervaneli uçakla!!! Ben uçaktan zaten korkuyorum, o pervaneleri görünce aklım gidiyor. Şansıma, hayatımın en rahat uçak yolculuklarından birini yapıyorum, asayiş berkemal. Rodos adasına iniyoruz sağ salim.
Acentadaki son dakika manevramız biraz geç olduğu için, asıl kalmak istediğimiz 5 yıldızlı otel 3 gün sonra müsait olacak, o üç günü de başka bir otelde geçireceğiz. Dört yıldızlı olmasına rağmen, bana kalsa tek yıldız bile vermeyeceğim boktan bir otele geliyoruz. Neyse Allahtan sadece üç gün kalacağız, moralleri bozmak yok... Motorsiklet kiralıyoruz hemen, üç günde adanın kuzey bölümünü geziyoruz ve hatta bir de sörf okuluna yazılıyoruz. Vakit öyle bir geçiyor ki, bir bakıyoruz akşam olmuş! Her gün değişik beachlerde denize giriyoruz ama akşamları Rodos Kalesi içindeki Romeo restorana sabitlendik. Uzo ve Yunan mezeleri, Buzuki eşliğinde şarkılar, ağaçlardan sallanan renkli ışıklar, heryerden yükselen kahkaha sesleri ve sirtaki yaparak masaya servis getiren garsonlar... Romeo bizim mekan! Yemekten sonra Kale ve Yat Limanı çevresinde geziniyoruz, gece taksiyle otelimize dönüyoruz. Gözünü sevdiğim memlekette, taksi şoförleri bile mis gibi traş losyonu kokuyor. Heryer ve herkes çiçek gibi, tertemiz, pırıl pırıl... Medeniyet işte!
Üç gün sonra asıl otelimize geçiş yapıyoruz, zaten çevre turlarında yorulduğumuz için birkaç gün tesislerden çıkmıyoruz. Herşey mükemmel ama tek bir sorunumuz var: tuvalet!!! Otel odaları çok güzel ama tuvalet duvarları camdan! Tamam, neredeyse bir yıldır birlikte yaşıyoruz da, insan balığını bile akvaryumda tuvaletini yaparken görmek istemez. Lavaboyu kullanmamız gerektiğinde odaya tek tek çıkıyoruz, veya ikimiz de odadaysak diğeri balkona çıkıp perdeleri çekip bekliyor:)
Bu ufak pürüz haricinde tek kelimeyle muhteşem bir tatil yapıyoruz, denizin ve güneşin tadına varıyoruz, aşkımızın keyfini çıkarıyoruz. Rodos'a da aşık olmuş bir şekilde bavullarımızı topluyoruz artık. Eve dönüş vakti geldi...Tekrar Atina üzerinden aktarmalı Tiflis'e dönüyoruz. Keyfimiz çok yerinde, Kral'a unutamayacağı bir doğum günü hediyesi vermiş oluyorum.
Evde tabi ki yiyecek birşey kalmadığı için ertesi günü markete gidiyoruz. Rustaveli Metro'nun oradaki Smart Market'e. Arabayı arka girişin oradaki otoparka bırakmışız. Elimiz kolumuz dolu halde arka kapıdan çıkarken, tam önümüzden bir çocuk geçiyor elinde bir koli kutusuyla. Kutu kocaman, çocuk önünü zor görüyor, kutuyu sağa sola sallıyor düşmemek için. Birden kutunun içinden incecik, zayıf bir ses geliyor, "miyyykkk" diye. Kralla birbirimize bakıyoruz, anlam veremiyoruz, olduğumuz yerde durup çocuğu takip etmeye başlıyoruz gözümüzle... Otoparkın sonundaki çöp kutularına doğru gidiyor! Torbaları yere bırakıp, çocuğu durduruyoruz, çat pat Gürcüce ile anlaşmaya çalışıyoruz, kutunun içinde ne olduğunu soruyoruz işaretle. Kutunun kapağını açıp gözüyle iki minicik kedi yavrusunu işaret ediyor ağlamaklı bir suratla. Bunları bulmuş, eve götürmek istemiş, annesi de kıyameti koparıp kedileri çöpe atmasını söylemiş. Haydaaaaa!
"Sen ver bakalım o kutuyu" diye alıyoruz çocuğun elinden, "merak etme, tamam" diye çocuğun sırtını sıvazlıyoruz. "Nereden buldun bunları?" diye soruyoruz, eliyle Rustaveli Metro çıkışı ve McDonald's olan yeri işaret ediyor. "Hadi sen git" diye gönderiyoruz onu. Seviniyor yumurcak, koşarak uzaklaşıyor bizden, kedileri çöpe atmak zorunda kalmadığı için pek mutlu. Biz de elimizde bir kutu ve içindeki iki yavru kedi ile mal gibi kalıyoruz, nolacak şimdi?
Market torbalarını arabaya yerleştiriyoruz ve arabaya binip kutunun içindeki kedileri incelemeye başlıyoruz. Korkmuşlar, üşüyorlar, karınları aç, ciyak ciyak bağırıyorlar... Daha tüyleri tam çıkmamış, taş çatlasın 3-4 haftalık, küçücükler... Vakit kaybetmemek için eve doğru yola koyuluyoruz, ne yapacağımızı evde düşünürüz. Bu bebekleri önce bir doyurup, ısıtmamız lazım. Şırında ile süt içiriyoruz, göğsümüze battaniye ile sarıp bastırıyoruz, en azından artık sakinleştiler. Uykuya daldılar. "Bunlar çok küçük, anneleri olmadan yaşayamazlar, annelerini bulmamız lazım" diyor Kral. Evet, ama nasıl? Hasır bir şapkam var, onun içine yünlü hırkamı tıkıştırıyorum, bebekleri içine gömüyorum. Bir tanesi beyaz üzerine kahverengi lekeli, diğeri beyaz üzerine gri-sarı lekeli. Kahverengi lekeli olan çok sakin de öbürü çok meraklı, devamlı kafayı çıkarıyor bize bakıyor. "Bulduğumuz yere gidip arayacağız, başka çare yok" diyor, başımla onaylıyorum, deneyelim bakalım.
Hava kararmış, tam bir yaz akşamı. Elimizde hasır şapka, şapkanın içinde iki minik kedi, Rustaveli Metro ve çevresinde ne kadar esnaf, ne kadar sokak satıcısı varsa hepsine buralarda doğum yapan kedi görüp görmediklerini soruyoruz. En sonunda oradaki cafede çalışan garson bize yukarıyı işaret ediyor. O yukardaki binaların orada kediler çok olurmuş, "oraya bakın" diyor parmağıyla göstererek. Mc Donald's yanından yukarı kıvrılan yola girip, adamın gösterdiği alana geliyoruz. Yanyana binalar, otoparklar, binaların arasında uzun telli kapılar. Otoparklardan bir tanesine giriyoruz, tellerin ardından yandaki binanın otoparkı da görünüyor.Arada duvar, duvarın bittiği yerden Rustaveli caddesi görünüyor aşağıda, yamacın üzerindeyiz.
Teori şu: Eğer bu kedilerin annesi buralarda bir yerlerdeyse, yavrularının sesini duyup onları almaya gelecektir. Şapkayı yere koyuyoruz, başlıyoruz beklemeye... Pisi pisi diyoruz, kişt kişt diyoruz, kedi çağırıyoruz. Gelen geçen bize bakıyor, "bu iki manyak gece vakti ne yapıyor" diye. Yere koyduğumuz için ürken yavrular miyavlamaya başlıyor. Veeee onların sesine bir kedi koşarak yaklaşıyor. Mutluluktan ağlamak üzereyiz, kedinin yaklaşmasını seyrederken birbirimize sarılıyoruz, ne güzel bir manzara, bebekleri annelerine kavuşturduk! Anne kedi geliyor ve şapkanın yanında duruyor, koklamaya başlıyor. Normalde daha meraklı olan gri-sarı lekeli kafayı çıkaracakken, kahverengi lekeli onu aşıp üste çıkıyor, ince ince miykliyor. Anne kedi ağzını açıp, kahverengi lekeliyi kafasından kaptığı gibi hızla geldiği yan bina otoparkına koşmaya başlıyor! Bir anda yavrununun ciyak ciyak bağırması ile çınlıyor ortalık, ses gittikçe uzaklaşıyor. Bir terslik olduğunu anlıyoruz, Kral kedinin peşinden koşmaya başlıyor ama kedi telin öbür yanına geçip arabaların arkasında gözden kayboluyor. Yavrunun sesi geliyor uzaktan... Kral atik bir hareketle yamacın ucundaki duvarın üzerine atlıyor, "Allahım şimdi aşağıya düşecek" diye yüreğim ağzımda bakarken, ben de yerdeki şapkayı hemen alıp içindeki kalan miniği göğsüme bastırıyorum. Kaçırılan yavrunun acı bağırması susuyor bir anda, tamamen sessizliğe bürünüyor otoparklar. Biraz sonra karanlığından içinden Kral'ı görüyorum, tellere yakın duran sokak lambası ışığında netleşiyor görüntüsü. Yine duvarın üzerinden atlayarak benim olduğum yana geçiyor, üzgün ve şaşkın, nefes nefese kalmış halde ellerini iki yana açıyor. Ne olduğunu anlayamıyoruz, anne kedi olmadığı kesin ama tam olarak ne olduğunu da çözemiyoruz. Öldü mü? Kendi elimizle yavru kediyi öldürdüğümüzü anlamamız birkaç dakikamızı alıyor. Olduğum yere çömeliyorum üzüntüden, gözümden yaşlar süzülüyor. Kral da vaziyeti anlayınca, yavaşça beni çöktüğüm yerden kaldırıyor, kucağımda kalan tek yavru kedi ile birlikte ağlayarak uzaklaşıyoruz o otoparktan. Bir daha da o sokağa hiç girmiyoruz.
Eve dönene kadar ağzımızı bıçak açmıyor, ben elimdeki yavrunun başını okşayıp sessizce ağlıyorum. Kral, üzüntüden ve öfkeden çenesi kilitlenmiş halde, onun gözyaşları içine akıyor, biliyorum. Eve giriyoruz, ufaklığı tekrar battaniyesine sarıp sütünü içiriyoruz. O gece 3-4 saatte bir kalkıp besliyoruz miniği...
Ertesi günü veterinere gidip durumu anlatıyoruz. Meğer, yetişkin erkek kediler, yavru erkek kedileri boğarak öldürürmüş! Tabiatın acımasız doğum kontrol yöntemi... Biz de salak gibi elimizdeki yavruyu yem etmişiz. Bizim sarı-gri lekeli kızmış, büyük ihtimalle kahverengi lekeli olan erkekti demek. Kendi cehaletimize mi yanayım, minicik yavruyu kurban ettiğimize mi yanayım, elimizde kalana nasıl bakacağımız konusunda hiçbir fikrimiz olmamasına mı yanayım! Hayatta kalmayı başardığına göre, onu da tehlikeye atamayız, bu minik bizimle kalıyor, istesek de istemesek de... Zaten o kadar güzel ve masum ki, o kadar küçük ki, nasıl bırakabiliriz?Ve bir aile oluyoruz artık, ailemizin ilk üyesi "Minnoş" Hanım:) Minnoş'umuzu alıp eve doğru yola koyuluyoruz, artık bir süre geceleri uyku yok... Ama olsun, ikimiz de verdiğimiz karardan çok memnunuz ve Minnoş bize Allah'ın bir hediyesi. Davetsiz bir misafirimiz var artık hayatımızın ortasına düşen! Arabayla giderken, kucağımda Minnoş'la yanımda oturan bu güzel ve vicdanlı adama bakıyorum. Bir insanı her gün daha çok sevmek mümkün mü? Mümkünmüş demek! Yan gözle bana bakıyor ve gülümsüyor, el ele tutuşuyoruz. Arabamız Çınar Ağaçlarının arasından evimize doğru ilerlerken, hiç bırakmıyoruz birbirimizin elini...
0 comments:
Yorum Gönder