Mazlum...
Minnoş'u biliyorsunuz, hani annesini arayacağız derken kardeşini sokak kedilerine kaptırıp, sonra evlat edindiğimiz yavru kedimiz... Ama Mazlum'u bilmiyorsunuz. Onun hikayesini tek parçada anlatmak istedim, çünkü Mazlum birşeylerin başlangıcı ve birşeylerin bitişinin kahramanıydı. Mazlum benim kalbimin kırılan parçası, kırılıp da kalbime saplanan ve her aklıma geldiğinde sızlayan parçası...
Minnoş'u bulmamızın üzerinden bir- iki ay geçmişti. 2014 yazının sonlarına yaklaşıyorduk sanırım... Kral Salalah'ta, ben Tiflis'te. O gün, birlikte çalıştığımız bir şirketin müdürü olan Türk bir arkadaşımla öğle tatiline çıkmıştık. Aynı zamanda ortak başka bir iş üzerinde de çalıştığımız bir dostumdu kendisi, -du diyorum çünkü bana kazık atanlar listesine transfer olmayı tercih etti daha sonraları... Neyse bu başka bir hikaye!
Tiflis'te Türk restoranlarının olduğu bölgede, çok güzel ev yemekleri yapan bir restoran vardı bildiğim, oraya gitmeye karar verdik. Normalde o sokakta hep park yeri olur ama o gün aksi gibi yoktu! Mecburen arabayla sokağın aşağısına kadar indik ve bulduğumuz ilk yere parkettik.
Sohbet ederek yürüyorduk Sovyetler Dönemi'nden kalma eski binaların önündeki dar kaldırımda. Binaların ana kapısının önünde birkaç basamak kaldırıma taşıyor, takılmamak için sağa sola yalpalanıyoruz yürürken. Tam basamak çıkıntılarının birinin yanından geçerken, basamağın arkasında bir beyaz top gibi birşey gördüm. İlgimi çekti, gözucuyla tekrar döndüm baktım ve top şeklinde kıvrılmış o minicik kedi yavrusunu gördüm. Kaldırımın ortasında bu kadar küçük bir yavrunun tek başına ne işi vardı ki? Arkadaşıma "dur bi dakka bu ne" dedim ve geri döndüm.
Ölü gibi hareketsiz, hiç kıpırdamadan duran minik topa yaklaştım, uyuyorduysa uyandırmak istemiyordum. Benim yaklaştığımı hissedince huzursuzca kıpırdandı ama pozisyonunu hiç bozmadan? İşte bu çok garip! Elimi sırtına değdirdim, patilerinin arasında gömdüğü küçük kafası titredi, elim sırtındaki kemiklere dokundu yumuşacık tüylerinin arasından... Çok zayıftı! Onu incitmeden minik patilerinin arasına soktum parmaklarımı, öne gömdüğü kafasının altından çenesini buldum ve hafifçe başını yukarı kaldırdım. Gözleri ve burnu tamamen enfeksiyon içinde, gözleri kapanmış, kör bu yavru!!! Kafasını yukarı kaldırınca biraz dikildi, minik patisini yalayıp gözlerini temizlemeye çalıştı tekrar. Muhtemelen bir süredir bunu yapmaya çalışmış zaten, o yüzden patilerinin iç tarafına bulaşan enfeksiyon tüylerinin bir kısmını dökmüş. Biçare bir şekilde, kapanmış gözlerindeki kuru iltihabı temizlemeye çalışıyor ama ne fayda... O halini görünce dayanamadım, elimle yavruyu olduğu yerden kaldırdım, avucumun içinde bütün kemiklerini hissettim. İnanılmaz zayıftı...
Arkadaşıma, "Sen git, restoran biraz ileride sağda... Ben veterinere gidiyorum" dedim. Baktım onun da içi paramparça olmuş, benimle birlikte geri döndü, arabaya yürümeye başladık. O sırada yanımdan bir Gürcü kadın geçerken kucağımdaki yavruyu görüp, suratında tiksinme ifadesi ile bana baktı, Gürcüce birşeyler mırıldandı. "Vicdansız kaltak!" diyerek devam ettim yürümeye, ama bu haldeki zavallı bir yaratıktan nasıl iğrenebildiğini hazmedemediğim için de gözlerim dolmaya başladı. Her adımda daha çok doldu, başladım ağlamaya, bu gariban için o kadar üzülmüştüm ki elimde olmadan gittikçe artan bir şiddetle ağlıyordum. Arabaya gelince artık baya baya hıçkırıyordum! Arabayı kim sürdü, veterinere nasıl girdik hatırlamıyorum bile, metal masanın üzerine o yavruyu koyuşumu hatırlıyorum sadece... Veteriner kız dokundukça inliyordu minik, iç çeke çeke inliyor. "Ah yavrum, ah mazlumum, ne oldu sana böyle" diyorum devamlı içimden, onun kaçmaya mecali yok, sadece inlemeye devam ediyor, yorgun ama koyu bir sesle miyavlıyor. Göğsü hırıl hırıl, feci üşütmüş!
Yıllar sonra öğrendim ki anne kediler, zayıf ve hastalıklı olan yavrularını terkedermiş meğer, ölüme bırakırlarmış. Ben o gün, Azrail'in elinden ödünç almışım Mazlum'u... Ödünç diyorum, çünkü o zaten Azrail'e mühürlenmiş, FIV (Feline Immunodeficiency Virus - yani bizim AIDS hastalığının kedi versiyonu) varmış bizim ufaklıkta. Ama o veteriner kız test yapmadı, ya da bu ihtimali söylemedi, ben onu o gün kurtarınca herşey bitecek zannettim. Mazlum'u bağrıma bastım ve bir ay boyunca her gün antibiyotik tedavisine taşıdım onu.
Akşamları kaloriferin önüne serdiğim yumuşak battaniyenin içine gömerek uyuttum. Gözlerini ve burnunu antiseptiklerle temizledikten sonra, şırıngayla besledim günlerce. İştahsızdı, çok hastaydı, büyük ihtimalle onu bulmadan önceki hafta devamlı yağan şiddetli yağmurlarda dışarda kalmıştı, çok üşümüştü. Nefes alırken göğsünün dolu olduğunu ve hırıl hırıl ettiğini duyuyordum. Her gün iğneye götürdüğümde veteriner bana acıyarak bakıyordu, ama ben vazgeçmiyordum Mazlum'dan...
Ve beklediğim mucize oldu! Yaklaşık 10 gün sonra gözlerindeki iltihap iyileşmeye, Mazlum'un gözleri açılmaya başladı. İştahı da yerine gelmişti artık, ona aldığım çeşit çeşit ıslak mamayı keyifle yiyordu. Hafiften kilo bile almıştı küçük oğlum, toparlıyordu artık! Bir hafta sonra onu Minnoş'la biraraya getirmiştim bile...
Minnoş ilk zamanlar çok dövdü Mazlum'u... Ama zamanla kabullendi, birlikte büyümeye başladılar. Mazlum'un tedavisinin bittiği bir ay sonunda birlikte oyunlar oynuyorlardı artık. Kral, Salalah'ta olduğu için ancak iyileştikten sonra tanışabildi kendisiyle ama öncesinde her gün ona bilgi veriyordum zaten vaziyet hakkında. Resmen iki çocuğumuz vardı sanki, ailemizi tamamlayan son parça da yerine oturmuştu.
O yılın Aralık ayında Salalah'a kedilerimizle birlikte göç ettim. Hem deniz kenarı olduğu için iyotlu hem de her mevsim sıcacık hava çok iyi gelmişti bizim ufaklıklara... Mazlum, günün büyük kısmını balkonda sırtüstü yatarak geçiriyordu. Güneşin altında kıvrılırken, artık kocaman olmuş göbeği bir sağa bir sola yatardı. Hayatımda gördüğüm en komik kediydi sanırım! Tam bir hareket özürlüydü: düzgün atlamayı beceremez, yürürken tren gibi kıvrılarak gider, sağda solda ne varsa devirirdi sakar oğlum! Bir gün mutfak tezgahına atlamayı denerken, çizgi film gibi tezgahın duvarına yapışıp popo üstü yere düştüğünü, sonra da sırtüstü devrildiğini gördüm! Evin neşesiydi, yürüyen mini animasyon gibiydi. Çok komik miyavlardı, sevdiğim zaman öyle bir gırlardı ki evin camları titrerdi. Pancar motor gibi gürültülü gırladığı için geceleri onun sesine rağmen uyumaya çalışırdık. Sabah da gözümü açtığımda ilk gördüğüm şey onun kocaman burnu olurdu! Suratımın dibine kadar yaklaşıp uyanmamı beklerdi her sabah, gözümü açınca da patisiyle yanağımı dürterdi o komik miyavlaması ile: "kalk bana yemek ver!".
Mizacının komik olmasının yanında, o kocaman Karadeniz burnu sayesinde suratı da çok komikti. Aylar geçtikçe irileşti, kocaman tombul pofidik bir kediye dönüştü. Siyah-beyaz Garfield gibi birşey olmuştu. Minnoş'la ikisini seyretmek, onların gözümüzün önünde büyüyüp bu kadar güzel kediler olduğunu görmek bize gurur veriyordu. İkisini de birbirinden çok seviyorduk ama ne yalan söyleyeyim, o biçare halinden dolayı Mazlum benim için bir başkaydı. Mazlum'du işte, o yüzden onu sol omzuma dayar ve o gırıldarken başını başka türlü okşardım. Büyüdükçe bütün kucağımı kaplar oldu ama ben onu ilk defa elime aldığım bir deri-bir kemik haliyle hatırlardım hep...
Kral da çok düşkündü Mazlum'a, arada bir takılır, "Şehmuz oğlum" derdi ona... Kedi zerafeti ile alakası olmayan, hart hurt yürüyen komik bir tipti. Hakikaten tam bir kıllı bıyıklı Şehmuz tipi vardı:) Şehmuz ergenliğinin zirvesine ulaştığında, onu kısırlaştırmamız gerektiğini anladık. Ama Salalah'ta deve haricinde evcil hayvan yok ki? Veterinerler de pratik olarak aslında deve doktoru! Bir Suriye'li doktor bulduk, adam aslında gerçekten tıp okumuş, veterinerlik fakültesi değil. Suriye'deki savaş nedeniyle ailesini de alıp Salalah'a göçmüş, burada veteriner olarak hayatını kazanıyor. Ama bizim oğlan da pek kıymetli, güvenemiyoruz.
Herifi kısırlaştırma ameliyatına götürmemiz, filmlerdeki mafya hesaplaşma sahnesini andırıyordu! Zavallı Suriye'li veterinerin dükkanının önüne sıra sıra jiplerle geldik, arabadan inen muayenehaneye giriyor. Adamcağız ne olduğunu anlamadı, korku dolu gözlerle bize bakıyor. Dükkanın içinde 10-15 iri yarı adam, arada ben kucağımda Mazlum'la. Veterineri bulup bizi oraya getiren ve ana dil gibi Arapça bilen Süleyman giriyor konuya: "Biz bu kediyi kısırlaştırmaya getirdik! Bu kedinin geldiği gibi sağlam çıkmasını istiyoruz, ameliyat bitene kadar da hepimiz burada bekliyoruz". Ha sıkıysa ameliyatta bir hata yap yani!!!
Sanki liderimiz kurşunlanmış da, ameliyat olması için hastaneye getirmişiz, hepimiz volta atıyoruz içeride. Bir yandan da ikili üçerli gruplar halinde doktorun ameliyat yaptığı odaya girip çıkıyorlar, kontrol ediyorlar herşey yolunda mı diye!
Çok şükür kazasız belasız kestirdik ufaklığı, doktor da derin bir nefes çekti ve gülümseyerek teslim etti. "Hayatımda ilk kez böyle birşey görüyorum, bir daha da görebileceğimi sanmıyorum " demeyi de ihmal etmedi tabi... Kesin hepimizin manyak olduğunu düşünmüştür!
O günün gecesi, Mazlum yapılan uyuşturucu iğnenin etkisinden çıkıp yarasını yalamasın diye başında bekledim. Hiç uyumadan kafasının tepesinde dikildim, dilini ısırmaya çalışırken ağzını açtım, yarasını yalamak istediğinde kafasını tuttum. Sabaha kadar cebelleştik. Takip eden günlerde de pansumanı, ilaçları falan derken hiç rahat vermedim. Ama enfeksiyon kapmadan tertemiz iyileşti yavrucak...
Bir gün Azrail, Mazlum'u tekrar almak istedi... Evimizin bulunduğu 3.katta, balkondan yatak odası camına atlamaya çalışmış bizimki, zaten dengesiz olduğu için de aşağıya çakılmış. Allahtan alt katın cam pervası uzundu da, oraya çarpıp yavaşlamış ve çimene düşmüş. Onun gür sesiyle böğürerek miyavlamasına fırladık, bir baktık ki herif aşağıdan bize sesleniyor ağlayarak! Nasıl fırlayıp indik, bizi görünce olduğu yerde nasıl korkudan işedi, iç kanamadan ölecek diye o gece nasıl başında uyumadan bekledik...
Hemen Suriyeli doktora gittik tabi, adam bizim oğlana ne kadar düşkün olduğumuzu biliyor artık! Eliyle muayene etti ama röntgen olmadığı için iç kanama var mı bilemiyor. O gün Mazlum kucağımda kaç hastanenin kapısına gidip ağlayarak yalvardım, "ne olur röntgenini çekin" diye. Kabul etmiyorlar, yasakmış, insan hastanesine hayvan alamazlarmış... En sonunda Hintli bir doktor insafa geldi, "röntgen filmini size veremem çünkü print alırsam beni işten atarlar, buraya hayvan sokmak yasak" diyerek yardım etmeyi kabul etti. Ellerini öpesim geldi o doktorun, minnet içinde Mazlum'u röntgen masasına yatırdım ve içimden dua ederek iç kanama olmaması için yalvardım Allah'a. Yokmuş! Çok şükür, yine yırttı bizim oğlan! Ama topallıyor?
Adam gibi bir veteriner kliniği olmadığı için Salalah'ta bu iş olmayacak... Kral'la uçak biletlerimizi aldık, hem Minnoş'u kontrol ettirelim, hem de Mazlum'un iyi olduğundan emin olalım diye 1.000 km ötedeki Muscat şehrine gittik. Evcil hayvan kabul eden tek otele, Johnny International'a yerleştik. Otel, leşin leşi! Marketten çamaşır suyu alıp odayı temizledim önce, o kadar iğrenç! Yatak odasından topladığım prezervatifler, banyo falan iyyyyyyyy.... Neyse temizledikten sonra orada iki gün kalabileceğimize kanaat getirdik. O iki gün içinde de, hem Minnoş hem Mazlum'u bir güzel kontrol ettirdik, turp gibi çıktılar, içimiz rahatladı. Mazlum, sadece birkaç hafta daha topalladı ve sonra tamamen iyileşti.
Ama 3-4 yaşına geldiğinde dişleri dökülmeye başladı. Diş etlerinin dipleri kızarmış, dişleri sararıyordu. Arkadaki dişleri iltihaplı gibi, sarı yeşilimsi bir renk alıyordu. Yine veterinerlere taşınmaya başladık, ama bir Allah'ın kulu da demiyor ki bu hayvanda FIV var! Bunların hepsi o virüsün alametiymiş, Mazlum'un içinde yaşayan o öldürücü virüs o zamanlar harekete geçmiş meğer... Bilmedik, anlamadık... Küçüklüğünde çok besinsiz ve zayıf kalmasına, hasta olmasına yorduk. Dişlerini düzeltmek için çabaladık, ilaçlar tedaviler vitaminler merhemler... Ama dişleri dökülmeye devam etti.
Salalah'ta geçirdiğimiz 3 yıl bitip de Gürcistan'a geri döndüğümüzde, Mazlum hala sağlıklıydı ama artık birkaç dişi kalmıştı. 2019 Eylül ayında boğazında bir yumru farkettim. Garip bir şişlik... Yine veterinere gittik, "Önemli birşey değil, lenf bezleri şişmiş" dediler. İğne ile o şişliklerin içinden sıvı çektiler, çok ağladı küçük oğlum, çok canı yandı belli ki... Birkaç gün üst üste aynı işlemi tekrar etmemiz gerekecekti ama benim içime sinmeyen birşeyler vardı. Ertesi günü, tam teşekküllü lavarotuvarı olan Veterinerlik Fakültesi Hastanesi'ne götürdüm Mazlum'u. Kan tahlili için kan alırken, doktor durumun pek iç açıcı olmadığını söyledi. O da ne demek?
Lenf bezlerinin şişmesinin, vücutta bir savaş olduğunun işareti olduğunu, hatta bu şişliğin yanısıra ateşi de olduğunu söylediler. Bağışıklık sistemini bastıracak bir ilaç tedavisine başlamamız gerektiğini, bunun da kortizon ile mümkün olacağını belirttiler. Anlayamıyordum! Madem bir savaş var, o zaman neden bağışıklık sistemini bastırmak yerine güçlendirip savaşı kazanmasını sağlamıyorduk?
Ankara'da annemlerin hep gittiği veterineri aradım. Tahlil sonuçlarını göndermem gerektiğini söylediler, ancak o zaman durum hakkında birşeyler diyebilirlermiş. Sonuçları gönderince de, burada görmemiz lazım dediler! Paranın gözü kör olsun, veterinerler bile para için neler yapıyor! İnsanların duyguları, umutları ile nasıl da oynuyorlar? İnandım tabi, küçük meleğimin ölmesi ihtimalini aklıma bile getirmek istemiyordum. Bavulumu, Mazlum'u toparladığım gibi ertesi günü Ankara uçağındaydım. Havalimanında benim ufaklık çok sükse yaptı, insanların çoğu hayatlarında ilk defa bu kadar iri bir kedi görüyordu. X-ray cihazlarına geldiğimizde kafesinden çıkarıp, kucağıma alınca, etraftan " vaaay, ooooo, abi kediye baaaak, hay maşallah" sesleri gelmeye başlıyordu. Öyle güzel, öyle pamuk topu bir yaratıktı... 6 yaşını geçmişti artık, tam koca adam olmuştu.
Veterinere gidince tabi mevcut tahlillerin yeterli olmayacağını, yeni tahliller gerektiğini söylediler. Birkaç bin TL kilitledikten sonra, benim ufaklığın FIV+ olduğunu, çok ciddi bir tedavi süreci olacağını, bu tür vakaların genellikle ölümle sonuçlandığını ama onu en azından birkaç yıl daha yaşatmayı deneyeceklerini söylediler. Siz olsanız ne derdiniz? Mazlum, yattığı yerde koluma başını dayamış. Halsiz halsiz iç çekiyor, kolundaki kocaman serum iğnesinden damla damla ilaç süzülüyor. Kulaklarının yanındaki tüyler mi dökülmeye başlamış sanki? Onun ölmesinin imkansız olduğunu düşünüyorum o sırada, o sinir bozucu Ekim sabahında nasıl bir saçmalık yaşadığımı anlamaya çalışıyorum. Benim oğlum tosun gibi, hıyar bir virüse mi yenilecek?
Tedaviye başlıyoruz, iki hafta Ankara'da Mazlum'u her gün veterinere taşıyorum. Birinci hafta bittiğinde hakikaten hareketlenmeye başladı! Boynundaki şişler indi, Mazlum normal görünüyordu sanki. Çok mutluydum! Meğer verdiğimiz kortizon, bağışıklık sistemini kapattığı için savaşa ara vermiş benim tosunum. O yüzden lenf bezleri normale dönmüş, ateşi düşmüş...Ama içerde virüs çalışmaya devam ediyor...
Ben mutlu mesut Tiflis'e geri döndüm. İlaç tedavisine hap şeklinde devam ediyorduk. Ufaklık da kendini daha iyi hissediyor, iştahı açık, ortalıkta geziniyor, "yine yırttık" diyorum içimden. Ta ki birkaç hafta sonra Mazlum'un tüyleri daha fazla dökülene kadar...
Gittikçe halsizleşmeye, iştahsızlaşmaya başladı. Ankara'da benden dünyanın parasını kösen şerefsiz veteriner "e normal tabi, yapılabilecek herşeyi yaptık, ehe ühü" diye zırvalıyor telefonda, hiç oralı olmuyor. Bir kere arayıp da, durum nedir diye merak bile etmiyor. Hani birkaç yıl daha yaşatacaktık ulan? Verdiğim her kuruş haram zıkkım olsun, aha burada da tekrar yazıyorum!
Her günüm veterinerlik fakültesinde geçiyor artık Tiflis'te. Mazlum'un gittikçe eridiğini görüyorum, belki acısını hafifletebilir miyim ümidi ile Gürcü doktorun gözünün içine bakıyorum. Parmaklarımın arasından kayıp gidiyor sanki, tutamıyorum, veterinerlik fakültesinin binasında göz yaşımın değmediği tek bir taş kalmamıştır heralde o iki ay içinde.
Aralık ayı sonlarına gelmiştik. Mazlum'un durumu yetmezmiş gibi, Kral da evi satma derdine girmiş. Birileri gidiyor, geliyor, birşeyler oluyor ama benim kalbim paramparça... Mazlum bir deri, bir kemik kaldı. Kulaklarında hiç tüy yok, kafasının üstünde bozuk para boyunda kellikler çoğaldı. Yemek bir kenara dursun, tuvalete bile zor gidiyor. İstifra etmek için kumuna sürünerek gidiyor, sonra da orada yığılıp kalıyor. Kucağıma alıp temizliyorum, seviyorum, öpüyorum, yalvarıyorum ne olur iyileş diye ama nafile... Geri dönüşü yok, ölüyor artık anladım. En azından bu kadar eziyet çekmesine engel olmam gerekiyordu.
Veterinerlik Fakültesindeki doktoru aradım, daha önce ötenazi alternatifini söylemişti, en azından acısına son veririz diye... O kelime ağzımdan çıkarken, midemdeki bıçakların acısı... "Sabah ben oraya gelirim, en azından son yolculuğuna huzurlu yuvasından uğurlayalım" dedi doktor. Allah ondan razı olsun, ben de zaten perişan haldeki oğlumu artık oradan oraya taşımak istemiyordum. O gece misafir yatak odasında yattık Mazlum'la. Kral, ötenazi yapılmasını istemiyordu ama genel olarak hiçbirşey yapmak istemiyordu! Zaten bir sorun olduğu zaman ortadan yok olmak, sorunu yok saymak gibi bir huyu vardı. Sen görmezden gelince problemler hallolmuyor ki! O gece Mazlum ve ben hayatımın en unutulmaz gecelerinden birini yaşadık. Gece ara ara içim geçiyor, gözümü her açtığımda yerimden fırlayıp burnunun ucuna elimi tutuyorum, nefes alıyor mu diye... Can vermeyi bekliyor, can vermek istiyor ama veremiyordu. Yatma pozisyonunda yan devriliyor, sonra zar zor yavaş hareketlerle doğrulmaya çalışıyor, yine devriliyor. Onu o halde görmek, ne kadar eziyet çektiğine şahit olmak... Mazlum benim biriciğim, canımın parçası, biçare yavrum... Sabahı sabah ediyoruz.
Kral, tabi ki yine kaçıyor, "ben dayanamam" diye... Onun o tavrını görünce, Mazlum'dan nasıl vazgeçtiğini görünce, ona olan güvenim sarsıldı ilk kez. O kadar çok sevdiği Mazlum'u, en ihtiyaç duyduğu zamanda terkedip çıktı gitti... Ben Mazlum kucağımda, salondaki koltukta doktoru beklemeye başladım. Minnoş bir terslik olduğunun farkında, o da etrafımızda dolaşıyor ama hiç rahatsız etmiyor Mazlum'u. Sessizce vedalaşıyoruz Mazlum'la, tüyleri dökülmüş kafasını seviyorum, okşuyorum, "keşke, keşke bu kadar erken gitmeseydin oğlum" diyerek sarılıyorum ona. O kadar zayıfladı ki, Ankara uçağına bindirdiğim gün 9 kg gelen kedi, 4 kiloya düşmüş. Sarılırken tüy gibi kalıyor artık, zaten kıpırdamaya mecali yok, gözleri buzlu cam gibi olmuş... Ve doktor telefon açıyor, gelmiş.
Yavaşça Mazlum'u kanepenin üzerine bırakıp, bahçeye çıkıyorum doktoru karşılamaya... Evimiz Tiflis'in biraz dışında, bahçeli ve tek katlı, çok sempatik bir evdi. Ben Mazlum'la uğraşırken, Kral evin satış işlemlerini de gerçekleştirmişti. Her taşını, her parçasını kendi zevkime göre seçtiğim o güzel ev de gitmişti artık. Sevdiğim herşeyi benden geri alıyordu gizli bir el...
Doktorla birlikte içeri girdik, bir battaniye sermemi önerirken, diğer yandan çantasından iğnesini ve ilacını çıkarıyordu. Ben içeri koşup şimdi hangisi olduğunu hatırlamadığım bir örtü aldım dolaptan. Mazlum'u yavaşça kaldırdım, örtüyü koltuğa serip onu üzerine yatırdım. Neredeyse hiç hareket etmiyordu zaten, gözbebekleri kocaman ama siyah değil artık, grimsi bulutlu... Doktor bir yanında, ben diğer yanında oturduk kanepede. Doktor da çok sevmişti Mazlum'u, çok iyi huylu olmasından çok etkilenmişti. Onun da gözleri dolmuştu iğneyi batırırken ve iğnenin içindeki öldürücü sıvının gittikçe azalmasını seyrettik şırınganın içinde... Azaldı, azaldı ve boşalan şırıngayı geri çekerken parmağıyla iğne yerini ovaladı hafifçe. "Hiç acı çekmeyecek, uyuyacak ve melek olacak" dedi parmağıyla ovalamayı sürdürürken.
"Kediler gözleri açık şekilde gittikleri için, en azından bir 15-20 dakika beklememiz gerekiyor, emin olalım" dedi. İnanır mısınız, sonrası kesik kesik film gibi hatırladığım kısıma dönüşüyor. Doktoru kapıya kadar uğurlayışımı, aradan kaç dakika geçtiğini, Mazlum'u içine sardığım battaniyeyle birlikte bahçeye çıkışımı... Küreği toprağa saplama çalışmamı, killi olduğu için taş gibi sertleşmiş toprağı kazmak için nasıl da kan-ter içinde kaldığımı, olay mahalline doktor gittikten sonra gelen temizlikçimiz Iveta'nın nasıl ağlayarak beni seyrettiğini, yoldan geçen komşuların nasıl durup bana baktıklarını,... Hayatta en sevdiğim varlığı kendi ellerimle öldürmüş olmanın acısını, ama onu kurtaramayacağımı bildiğim için en azından ıstırabını azaltmaya çabalamış olmamı.... Kral'ın beni böyle bir anda nasıl tek başıma bırakıp gitmesini... Sanki gerçek değildi, veya çok gerçekti ama şu ana kadar bunları hiçkimseye açık açık anlatamadığım için ve bu konuda konuşmama izin de verilmediği için hayalleşmişti... Çukurun yanına diz çökmüş, küreği bir kenara fırlatmış, ellerimle kazıyordum mezarını Mazlum'un... Gözümden oluk oluk gelen yaşlar, suratıma yapışan toprağı çamur haline getiriyor, damla damla mezar çukuruna akıyor. Yeterince derin olduğuna inandığımda, çukurun içinden ellerimi çıkarıyorum, parmak uçlarım acıyor. Mazlum'u son kez göğsüme bastırıyorum, "elveda oğlum benim" diye yavaşça toprağın kucağına bırakıyorum.
Mezara toprak atmak ne zor birşey, bilir misiniz? İnsanın aklına öyle şeyler geliyor ki... Yağmur yağdığında ıslanacak, kışın toprak buz gibi olur ve o toprağın içinde öyle yatıyor, benim gözüm gibi baktığım üzerine titrediğim canparem kurtlarla solucanlarla aynı yerde mi kalacak, o güzelim bembeyaz tüyleri topraktan sapsarı kirlendi, birkaç ay önce evdeki saksıları deviriyordu ve ben şimdi onun öldüğüne mi inanmalıyım? Bunları aklımdan geçirirken, çukur içinde biricik kuzumla doluyor... Sokak hayvanları gelip rahatsız etmesin diye geniş bir taş koyuyorum en üste, birkaç şişe de su döküyorum toprağa... Eve girerken soyunmaya başlıyorum, o gün giydiğim ayakkabılar, çoraplar, üzerimde ne varsa hepsini çöpe atıyorum. Unutmak imkansız olsa da, en azından o gün giydiğim şeyleri bir daha görmek bile istemiyorum!
İşte artık hepiniz biliyorsunuz! Benim kalbimin bir parçası, Tiflis'te Sopeli Digomi'deki o güzel evin önünde, kendi kazdığım mezarın içinde gömülü... Kendi ellerimle öldürdüm, kendi ellerimle gömdüm. O mezarı bir daha görmemek için de 2 gün içinde bir ev bulduk ve oradan taşındık. Yolum normalde o evin önünden geçmese de, anlamsız bahanelerle birkaç kere kendimi o sokağa dönerken buldum. Ama her defasında, o mezarın önünden geçerken oraya bakamadım, sadece eve baktım. Oradaki mutlu günlerimi düşündüm, Mazlum'un bahçede kelebek kovaladığı anları hatırladım. Evin sokak kapısının yanındaki camlı kısımdan nasıl baktığını, şimdi ben geçerken belki onu yine orada görebileceğimi hayal ettim.
Belki bazılarınız için alt tarafı bir kedi, amma da abartmışımdır! Ama benim için Mazlum çok farklı birşeydi. Ölümünün üzerinden neredeyse 2 yıl geçti ama ben onu hala her sabah arıyorum. Büyük ihtimalle onu kaybettikten sonra gözlerimden çıkabilecek bütün yaşları da akıtmışım ki, o zamandan beri istesem de gözyaşlarım çok daha az geliyor. Belki de o gün mezara koyduğum, aslında kalbimin en yumuşak parçasıydı... En masum, en hassas ve en güzel parçası... O yüzden bunları anlatmalıydım ve artık içim rahatladı.
Elveda Mazlum...
0 comments:
Yorum Gönder