Benim Şehrim, Bakü`m, Bana Hoşgeldin Diyor
Tahmin edilebileceği üzere sabaha karşı yattığım için, saat 15:00`a kadar uyudum leş gibi. Yakında ayılara "kış uykusu ve püf noktaları" konulu bir seminer düzenleyebilecek kadar uyumuşum! "Kalk kızım, toparlan" diye iç geçirerek yatakta yan yan yuvarlanmaya başlıyorum, "küt!!" yere... Sırtımı yatağa dayıyorum, dizlerimi kıvırıp oturuyorum yerde. Kollarımla bacaklarımı sarıyorum, çenemi yaslıyorum dizlerimin üzerine.
Kalkmak istemiyorum. Ne kadar acınılası haldeyim, yapayanlız, kimse beni sevmiyor... Uyandığımda kalbimi çarptıran kimse yok, olan gitmiş, istememiş benim kalp atışım olmayı, tek başıma bırakmış beni... İçimden kendini sökerek çıkarmış; parçalayarak, kanatarak kaçmış onu sakladığım yerden. Çok acıyor canım, oluk oluk kanıyor. Söyledikleri yüzüyor kalbimde biriken kan gölünün üzerinde, dalga dalga mideme vuruyor, ciğerlerimin duvarında patlıyor ve kulaklarımda yankılanıyor. Söylediklerinin hepsi koca bir yalanmış, bir varmış, bir yokmuş... Neden ki? Hiçbir zaman öğrenemeyeceğim heralde nedenini, çünkü bir daha asla aramayacak, istemiyor beni! İsteseydi arardı, özür dilerdi, "ben geliyorum" derdi... Demiyor işte, demeyecek de. Ve ben burada yanlızım, bomboşum, yorgunum, kırgınım. Kendimi suçlamak için sebep arıyorum, en azından suçlamak için bir sebebim olsun da içim rahatlasın, "işte bu yüzden!" diyerek bir cevap bulabileyim... Ama onu bile beceremiyorum, çünkü o kadar aptalım ki ona yalan söyleyemedim hiç!
Evimin içinde bir sesler var? Yukarıdaki velet! Veletler partisi var yine yukarıda, onların gürültüsü dolduruyor evimi, salonumu, mutfağımı... Ayaklarına tuğla mı bağlıyorlar bunların yukarda??? Güm güm güm koşup duruyorlar Rusça bir şarkı eşliğinde, çığlıklar ve gülüşmeler tavanlardan süzülüyor, duvarlardan aşağıya doğru inerek kulaklarımı dolduruyor. Kendimi duyamıyorum, daha iyi, kendimi bir süre dinlemesem çok iyi olur zaten! Kendi kendimi mutsuz edebilmek konusundaki inanılmaz yeteneğimi biraz köreltsem hiç fena olmaz...
Piyanom! Tabi ya, piyanomun tellerinden yükselen seslere ihtiyacım var benim. Notalar beni tedavi edebilir, kanamayı durdurabilir, ağrılarımı dindirebilir. Piyanoma gitmek için kalkıyorum yerimden. Her zamanki dimdik yürüyüşümle değil de üstüne terlikle vurulmuş ama bir şekilde sağ kalmış kalorifer böceği gibi seğirterek... İkinci terlik darbesini bekliyorum, bacaklarım kırılmış bir halde can havliyle piyanoya doğru topallıyorum. Okşayarak açıyorum kapağını, tuşların üzerinde gezdiriyorum parmaklarımı, ne çalacağımı düşünüyorum. Parmaklarım kendiliğinden başlıyor çok sevdiğim bir parçaya. Piyano filminin unutulmaz soundtrack şarkısı, "the heart asks for pleasure first" çınlıyor duvarlarımda, içimi dolduruyor bir anda. Çaldıkça diriliyorum, dirildikçe daha büyük bir şevkle dansediyor parmaklarım tuşların üzerinde, hüzünle karışık garip bir mutluluk sarıyor bedenimi. O anda sanki ben tek başıma çalmıyorum da bir orkestra var odanın içinde, yaylıların eşlik ettiğini hissediyorum, obua ritm tutuyor, hep birlikte coşuyoruz, dalgalanıyoruz... Parçanın en sonunu solo çalıyorum, son notaya bastıktan sonra bekliyorum ve dörtlük dolduğunda zarif bir hareketle çekiyorum ayağımı pedaldan. Sessizlik... Ve sessizliğin içinden karnımın gurultusunu duyuyorum, orkestranın en laftan anlamaz enstrumanı midem, parça bitti ama o hala devam ediyor! "Tamam yavrum gel seni de besleyelim" diyorum karnımı sıvazlayarak. Kafamın içinde o güzel şarkının yankıları yükseliyor, ruhum beslendi bile, kanama durdu bir an...
Çabucak buzdolabından kahvaltılık birşeyler çıkarıyorum, su ısıtıcısını çalıştırıyorum ve telefonumu alıyorum elime... Ben uyurken çok sevdiğim bir arkadaşım aramıştı, hayal meyal hatırlıyorum ne konuştuğumu ama "bu akşam bizim yazlıkta arkadaşları topluyorum, sen de gel mutlaka" demişti, o kısım net! Kız kıza telefon sohbeti başlıyor aramızda, bu kızın sesi çok iyi geliyor bana ya... O kadar sevimli, o kadar şirin bir konuşması var ki anlatamam. Azeri aslında ama Moskova ve Ankara`da da eğitim görmüş, Türkçe konuşuyor benimle. Öyle bir Türkçe konuşuyor ki, o kendine has bir aksanla kelimeleri ard arda sıralarken insan Türkçe çizgi film seslendirmesinde zannediyor kendini... Elimde telefon geziniyorum evin içinde, bir anda gardrobumun önünden geçerken aynadaki yansımam ile göz göze geliyoruz. Bu kim be? Yaklaşıyorum aynaya, valla benmişim, anaaaa! Gözlerim şişmiş, saçlarım sanki bir gece önce heavy-metal konserinde saatlerce kafa sallamışım gibi karmakarışık, dudaklarım förtlemiş, bir yanağımda yastık izi çıkmış... Hoffff! Telefondaki arkadaşıma büyük ihtimalle gelemeyeceğimi söylüyorum, bu halde insan içine çıkmam imkansızzzzz. Ayrıca daha kahvaltı bile etmedim, duş almadım, bavulumu yerleştirmem lazım ve en önemlisi gidilecek yeri bilmiyorum, tek başıma gitsem kesin kaybolurum! Arkadaşımı kırmayı hiç istemiyorum ama o beni anlayacaktır diye ümit ediyorum içimden, valla bu halde gelemem, anla beni!
Kikirdeyerek kapatıyoruz telefonu, bu kızın sesi bana hakikaten çok iyi geliyor. Midemden yine hoşnutsuz sesler yükseliyor, "tamam ulan bekle iki dakka, alla alla yaa!" diyerek çayımı dolduruyorum, yerleşiyorum masaya. Kızarttığım ekmeği güzelceee bir tereyağı ile sıvıyorum. O yağı yakmak için ne kadar kondüsyon bisikleti yapmam lazım acaba? "Amaaaan sittir et!" diyerek bir güzel tuzluyorum ekmeğimi, bir de karabiber... Beyaz peynirden de bir parça koparıp yerleştiriyorum üzerine. Hunharca dişliyorum ekmeği, acıkmışım valla, mide haklı beyler! Kurt gibi aç midemi tıkabasa dolduruyorum. Şimdi bu kahvaltının üzerine bir sigara içilir arkadaş! Hemen bir keyif çayı daha dolduruyorum ve çakıyorum sigarayı üstüne. Oooooh şu ilk nefes varya, beynim karıncalanıyor, hafif sendeliyorum olduğum yerde, suratıma bir sırıtma yerleşiyor, derin bir nefes alıyorum... Hadi salona gidelim, bu keyifi manzaraya karşı yapmak lazım.
0 comments:
Yorum Gönder