Me, Myself and Baku

A Fairy Tale or A Nightmare?

 20.Ocak.2024. Bakü'ye dönüş yapalı tam 2 yıl 7 ay geçti. Hayatımdan kaybolan ve hatta benden çalınan bir zaman, hiç yaşamamış olmayı dilediğim ama korktuğumun kırk katının başıma geldiği bir dönem... Çok yorgunum, çok kırgınım, çok üzgünüm ve çok mutsuzum. İnandığım herşey gözümün önünde yanarak kül oldu, güvendiğim bütün dağlara kar yağdı ve artık son umudumla diktiğim o çiçek açacak mı diye bekliyorum. Bu da olmazsa, artık elimden gelen herşeyi yapmış olmama rağmen yenildiğimi kabul edeceğim. En azından içim rahat, çünkü gerçekten denedim. Belki de hiç bir insanın denemeye cesaret edemeyeceği kadar sınırları zorladım. O yüzden başım dik ve artık korkmuyorum.

Evimde oturmuş, sabahtan akşama kadar saçma sapan diziler seyrediyorum. Kendi gerçekliğimden uzaklaşmak ve hayali de olsa başka bir gerçeklikte yaşamak bana iyi geliyor. Zaten hava da soğuk, oldum olası sevemedim soğuk havaları... Artık kendimi yalnız da hissetmiyorum, garip bir şekilde. Geçenlerde bir sohbet programında benzeri birşey söylemişlerdi: gerçekten yalnız olanlar, kendilerini yalnız hissetmezlermiş çünkü artık duruma tam adapte olurlarmış. Sanırım ben de öyle oldum, artık beklentim yok ve kabullendim. Pembe gözlüklerimden kurtuldum da diyebilirim. Şimdi insanlardan iyi olan hiçbir şey beklemiyorum artık... Kendi anormalliğimi kabul ettim ve gereğinden fazla iyi niyetli davrandığımı, olanı değil de olmasını istediğimi görmeye çalıştığımı anladım. Artık çalışmıyorum, çünkü maruz kaldığım onca zulüm ve haksızlık için kendimce mazeretler bulmaktan veya bir açıklama getirmeye çalışmaktan yoruldum. Zaman bana çok şey öğretti.

Yine de eskiden kalma alışkanlıkla iyilik yapmaya devam ediyorum. En azından o kadar iğrençliğin içinde kendi kendimi mutlu etmiş oluyorum, bana gösterilmeyen hoşgörü ve iyi niyeti yaşatmak namına... Sonuç yine hüsran oluyor, olacak da biliyorum, ama yine de yapıyorum işte elimde değil. İlahi adalet diye birşey gerçekten varsa ve birgün gerçekten ilahi bir yargılama yapılacaksa; o mahkemeden hakim suçlu olarak çıkacak - ben değil, bunu da buraya yazıyorum:) Çünkü kendi yazdığı kurallara uymayan, uymayanı cezalandırmak yerine uyana işkence eden, kötüyü mükafatlandırırken gösterdiği cömertliğin bir zerresi kadar adalet dağıtmaktan aciz olan, o hakimin ta kendisidir. Ben çoktan adalete olan inancımı kaybettim, bu saatten sonra da umurumda değil...

Birgün gelir de niye diye sorarlarsa... Hiç sormasınlar, istemem. Çünkü değer verdiğim herşeyin koskoca bir yalan olduğunu gördüm ben. Ruhum can çekişerek öldü, kalan da zaten boş beden.

Bekliyoruz bakalım, o son fidan çiçek açacak mı... 

Varoluş Sebebini Sorgulayalım mı Biraz? 

4.Haziran.2023 sabahı... Bugün çok felsefik uyandım:) 

"Olgunluk yaşına mı geldim?" diyorum, ama içimdeki yaratık biraz tempolu müzik olduğunda zıp zıp zıplamak istiyor. Eskiden toplantılarda çok güzel "ciddi" taklidi yapabilirdim, hatta havaya da giriyordum. Ama öyle şeyler gördüm ve yaşadım, insanların garabetliğini o ciddiyet maskesi altında saklamasına o kadar çok şahit oldum ki... Hatta en ciddi ve acımasız görünenlerin, genellikle konuya en az hakim olan ve en çok korkanlar olduğunu gördüm. Acımasızlık ve zulüm, korkak ve beceriksizlerin işiymiş - bunu yazdık bir kenara!

Hayatımın amacı yok, hatta varlığımın bir sebebi bile yok - zaten ne olacaktı ki, o da ayrı mesele... Ve farkettim ki, hayatım boyunca kendim hariç herkes için düşünmüşüm ve yaşamışım. Sadece sevdiğim insanlar da değil, hiç tanımadığım insanlar bile benim için öncelik haline gelebiliyor. Eğer haksız bir durum veya benim müdahale ederek düzeltebileceğim bir vaziyet varsa, Tarzan gibi dalıyorum olaya... Sonra da zaten al başına belayı mübarek olsun! Neden bunu yaptığımı bilmiyorum, belkide benim varoluş sebebim budur?

Son zamanlarda tiktok ve youtube üzerinden bazı videolar görüyorum, çocukluk travmaları ve benim gösterdiğim bazı semptomların ilişkisini anlatıyor. Çocukken kendini yalnız ve savunmasız hissedenlerde, kendinden vazgeçip etrafı mutlu etmeye çalışma yönelimi oluyormuş. Hmmm... Yani babamın öyle baba gibi olduğu zamanları pek hatırlamam, ortaya çıktığı zamanlarda da ne zaman dayak yiyeceğimiz belli olmazdı. Kahvaltı için zeytinlerin üzerine zeytinyağı-limon sosunu döktüğümde, iki dakika sonra gökten bir şimşek çaktığını hatırlarım:) Limon çekirdeği düşmüş meğer zeytinlerin içine, görmemişim... "sen benimle dalga mı geçiyorsun?" diye bir tokat patlatmıştı. Yediğim dayaklar içinde en saçma olanlardan birisiydi heralde... Lisedeydim, şeref talebesiydim, pırıl pırıl bir arkadaş grubum vardı ve hatta hepsi evimize de gidip gelirdi, okul orkestrasındaydım, geceleri dışarı çıkmazdım ve çok bilinçliydim - ama işte limon çekirdeğine göre dayak yiyebiliyordum! Hatta aradan geçen 30 yıla rağmen, limon sıkarken çekirdeği düştüğünde hep aklıma o an gelir:) 

Annem ayrı bir alemdi. Şimdi düşünüyorum da, çocukken insan anne-babasının normal olmadığını algılayamıyormuş. Halbuki annem aslında çok ciddi psikolojik sorunlar yaşıyormuş, ben bunu ancak kırklı yaşlarımda anlayabildim. Onun sorunlarının yansıması da başka türlü oluyordu tabi... Bugünkü güzelliğimi, annemin kafama fırlattığı çaydanlıktan eğilerek kurtulmama borçluyum sanırım :D

İşte bu yüzden çocuk yapmadım ben... "Hiç istemedim, çocuklardan nefret ederim" derim hep etrafa ama saçları lüle lüle bir kızım olmasını gerçekten istemiştim aslında. Nasıl bir histir acaba yapayalnız olmamak? Bazen görüyorum, koca insan olduğu halde hala anne babasının desteği ile gücüne güç katanları... Halası amcası bilmemnesi, nasıl da bağlılar birbirlerine? Akraba silsilesinde hiç bilmediğim bazı kategoriler duyuyorum da, inanamıyorum. Geçenlerde birisi anlatıyordu, amcasının eşinin kuzeninin kızı bilmemnerede yüksek vazifedeymiş de, "pat diye hallederiz" diyor... Ulan ben amcamı ne zaman gördüğümü bile hatırlamıyorum (hatta yemin ederim bunu yazarken "benim bir tane amcam vardı değil mi" diye düşündüm:))) Kaldı ki onun eşinin bilmemnesinin dış mandalı, üüüüüü! Ha bunlar o uzak köşedeki akrabaları biliyor, tanıyor, yakinen görüşüyor ve hatta yardımlaşıyor!!!! Benim için çok ütopik şeyler, birinci çemberden bile hayırlı birşey görmeyen bir insan olarak...

Bir gün anneme benzemekten veya babam gibi bir adamla o kızı yetiştirmek zorunluluğundan korktum hep. Allah şahidim ya, hakikaten de daha benim kızıma baba olabilecek bir insan evladı da görmedim 46 yıllık hayatımda. Şimdi de artık çok geç sanırım. Son iki yılda yaşadıklarımdan sonra, bir daha çocuğum olabileceğini hiç sanmıyorum. Vücudum artık buna izin vermeyecektir... Fena mı oldu? Vallahi isabet oldu! Benim genlerimi taşıyan bir varlığın daha bu işkenceye katlanmasını istemem açıkçası. Üstünde yaşayanların büyük çoğunluğunun embesilden hallice olduğu şu dünya, kafası çalışan ve kendine göre değerleri olan insanlar için bir cehennem! Test edildi ve onaylandı.

Hal böyle olunca, halihazırda dünyaya gelmiş olanlar için birşeyler yapmaya çalışıyorum ben de...Kendimce... Sahile vuran deniz yıldızlarını denize geri fırlatan çocuk misali işte :)

Geride bir miras bırakmak, hatırlanmak falan umrumda değil. Hatırlasalar ne olur, hatırlamasalar ne olur zaten! Ay hatrım kalırdı! Ölüp gitmiş ve kurtulmuş olacağım o zaman, kalanlar kendi dertlerine yansınlar... 8 milyar dangalak, üç kuruşun derdine bir ömür harcıyor ve işin garibi o parayı da huzur ve güven içinde yaşamak için istiyor. Teknoloji, kalkınma, gelişim, bilmemne... Hepsi aslında daha çok kazanabilmek için yeni yöntemler icat etmenin bir yolu ve aslında günün sonunda hem dünyaya hem de insanlığa daha çok zarar veriyor. Daha çok kazan, daha lüks şehirler ve ulaşım araçları yarat, daha çok kaynak tüket, çevreyi daha çok mahvet, insanlar daha çok köle olsun, varlıkları paylaşamayanlar yeni hastalıklar ve savaşlar türetsin... Eeee? Ama çok geliştik! Niye? Hadi bakalım niye:

1- Kendimizi şehirlere hapsettik. Doğadan uzakta, camlı binaların içinde, güneşi görmeden çalışıyoruz bilgisayar başında. Oturduğumuz yerden dünyanın öbür ucunda kesilen ormanlardan elde ettiğimiz kağıtlara print yapıyoruz, havayı kirleten petrol ürünleri kullanan lojistik araçları idare ediyoruz, her yanımız plastik dolu - tabiata zehir gibi çöp bırakıyoruz her birimiz! Aldığımız her karar, dünyayı mahvediyor ama biz bütün bunlardan habersiz - teknolojik oyuncaklarımızla verdiğimiz zararın boyutunu daha da genişletecek yollar buluyoruz her gün. Eskiden bir fabrika zor idare edilirken, artık dijital yöntemlerle 5-10 fabrikayı kolaylıkla idare edebiliyoruz tek yerden.

2- Çıkarmak için toprağı ve nehirleri zehirlediğimiz altın kolyelerimizi takıyor, öldürdüğümüz hayvanların derisini-kürkünü yüzüp giyiyor, polyester-naylon ağırlıklı kumaşlarla örtünüyor ve buna MODA diyoruz. Bir düşünün, üzerinizde olup, tabiata zarar vermeden üretilebilecek tek bir şey var mı? Boyası, yapışkanı, metali, ham materyali, dikişi, ipliği... Herşey dünyaya zarar vermek pahasına üretiliyor ve bunu da insanlara işkence ederek yapıyoruz. Siz hiç bir fason üretim atölyesi gördünüz mü? Üç kuruş maaşla köle gibi çalışan insanları? Neden? Hergün yeni birşey giymesek, üzerinde dana gözü gibi marka yazılı olan çanta-ayakkabı almasak ne olur? Hasta mıyız biz yahu? Bir de bunu bir statü göstergesi haline getirip, birbirimizi ona göre değerlendiriyoruz! Çünkü geliştik!

3-  Deterjanlar, ilaçlar, kimyasallar... Petro-kimya ürünleri, nükleer atık üreten sanayi... Hepsi, kendi kendimize icat ettiğimiz ve aslında tamamen kapitalizmin sultanlarına hizmet eden para basma makinalarının benzini... Hatta biz de o benzinin bir parçasıyız - amele olarak:) Hem üretmek için çalışıp para kazanıyoruz, hem de sonra kazandıklarımızı o ürettiğimiz şeyleri satın almak için harcıyoruz. Günün sonunda bizler, elimizde üç beş birşey birikmişse eğer, emekli olup tabiatın kucağında son günlerimizi yaşamaya çalışıyor ve son paramızı da yılların yıprattığı vücutlarımıza doping için kullanıyoruz - sağlık sektörü!

Hakikaten insanoğlu çok enteresan... Yani uzaylı olsam, dışarıdan bakıp "napıyo bu mallar?" derdim. Ha ben çok mu farklıyım? Yoooo, aynen ben de üç kuruş para kazanıp da tabiatın koynunda yaşlanabilmek için debeleniyorum. Çünkü korkuyorum! Çünkü bize böyle öğretildi! Pasifik adalarından birinde bir köy hayatı yaşayıp, hayatın asıl amacını kaçırır mıyım diye tedirgin oluyorum. O yüzden de hayatımı eşşek gibi çalışıp, o pasifik adalarında belki tatil yapabilirim ümidi ile mahvetmeyi seçiyorum:) Aradaki fark şu: köylü olsam herşeyimi kendim yapmak zorundayım, tatile gitsem lüks otelde herşey ayağıma gelecek-geçici bir süre için! Sürü halinde yaşayıp, kendimi diğerlerine gösterme ve üstünlüğümü ispat etme derdi ile; lüzumsuz manasız bu sistemin içinde yaşayıp gidiyorum.

Sistemi kim yönetiyorsa tebrik ederim, hakikaten dahiyane! 8 milyar köleyi idare etme projesi, neyin deneyi olabilir onu anlamaya çalışıyorum...

Sabah sabah çok felsefe yaptım, ama hakikaten birgün insanoğlu neyi farkedecek biliyor musunuz? Ulan hakikaten çok boş yaşıyoruz! Bir halta yaramadığımız gibi, aldığımız nefes bile dünyaya zarar:))) Hadi ben gidiyorum şimdi, bilgisayar başına oturup, gelen yeni nesil köleleri nasıl daha iyi yetiştiririz diye proje hazırlamam lazım:) Belki işler rast giderse, birkaç gün deniz kenarına kaçıp bir otelde dinlenirim - ve bunu da başarı olarak etrafa göstermek için sosyal medyada yayınlayıp kendimce mutlu olurum. 

Gerçekten gerizekalıyız yahu...


Mazlum... 


Minnoş'u biliyorsunuz, hani annesini arayacağız derken kardeşini sokak kedilerine kaptırıp, sonra evlat edindiğimiz yavru kedimiz... Ama Mazlum'u bilmiyorsunuz. Onun hikayesini tek parçada anlatmak istedim, çünkü Mazlum birşeylerin başlangıcı ve birşeylerin bitişinin kahramanıydı. Mazlum benim kalbimin kırılan parçası, kırılıp da kalbime saplanan ve her aklıma geldiğinde sızlayan parçası...

Minnoş'u bulmamızın üzerinden bir- iki ay geçmişti. 2014 yazının sonlarına yaklaşıyorduk sanırım... Kral Salalah'ta, ben Tiflis'te. O gün, birlikte çalıştığımız bir şirketin müdürü olan Türk bir arkadaşımla öğle tatiline çıkmıştık. Aynı zamanda ortak başka bir iş üzerinde de çalıştığımız bir dostumdu kendisi, -du diyorum çünkü bana kazık atanlar listesine transfer olmayı tercih etti daha sonraları... Neyse bu başka bir hikaye! 

Tiflis'te Türk restoranlarının olduğu bölgede, çok güzel ev yemekleri yapan bir restoran vardı bildiğim, oraya gitmeye karar verdik. Normalde o sokakta hep park yeri olur ama o gün aksi gibi yoktu! Mecburen arabayla sokağın aşağısına kadar indik ve bulduğumuz ilk yere parkettik.

Sohbet ederek yürüyorduk Sovyetler Dönemi'nden kalma eski binaların önündeki dar kaldırımda. Binaların ana kapısının önünde birkaç basamak kaldırıma taşıyor, takılmamak için sağa sola yalpalanıyoruz yürürken. Tam basamak çıkıntılarının birinin yanından geçerken, basamağın arkasında bir beyaz top gibi birşey gördüm. İlgimi çekti, gözucuyla tekrar döndüm baktım ve top şeklinde kıvrılmış o minicik kedi yavrusunu gördüm. Kaldırımın ortasında bu kadar küçük bir yavrunun tek başına ne işi vardı ki? Arkadaşıma "dur bi dakka bu ne" dedim ve geri döndüm. 

Ölü gibi hareketsiz, hiç kıpırdamadan duran minik topa yaklaştım, uyuyorduysa uyandırmak istemiyordum. Benim yaklaştığımı hissedince huzursuzca kıpırdandı ama pozisyonunu hiç bozmadan? İşte bu çok garip! Elimi sırtına değdirdim, patilerinin arasında gömdüğü küçük kafası titredi, elim sırtındaki kemiklere dokundu yumuşacık tüylerinin arasından... Çok zayıftı! Onu incitmeden minik patilerinin arasına soktum parmaklarımı, öne gömdüğü kafasının altından çenesini buldum ve hafifçe başını yukarı kaldırdım. Gözleri ve burnu tamamen enfeksiyon içinde, gözleri kapanmış, kör bu yavru!!! Kafasını yukarı kaldırınca biraz dikildi, minik patisini yalayıp gözlerini temizlemeye çalıştı tekrar. Muhtemelen bir süredir bunu yapmaya çalışmış zaten, o yüzden patilerinin iç tarafına bulaşan enfeksiyon tüylerinin bir kısmını dökmüş. Biçare bir şekilde, kapanmış gözlerindeki kuru iltihabı temizlemeye çalışıyor ama ne fayda... O halini görünce dayanamadım, elimle yavruyu olduğu yerden kaldırdım, avucumun içinde bütün kemiklerini hissettim. İnanılmaz zayıftı... 

Arkadaşıma, "Sen git, restoran biraz ileride sağda... Ben veterinere gidiyorum" dedim. Baktım onun da içi paramparça olmuş, benimle birlikte geri döndü, arabaya yürümeye başladık. O sırada yanımdan bir Gürcü kadın geçerken kucağımdaki yavruyu görüp, suratında tiksinme ifadesi ile bana baktı, Gürcüce birşeyler mırıldandı. "Vicdansız kaltak!" diyerek devam ettim yürümeye, ama bu haldeki zavallı bir yaratıktan nasıl iğrenebildiğini hazmedemediğim için de gözlerim dolmaya başladı. Her adımda daha çok doldu, başladım ağlamaya, bu gariban için o kadar üzülmüştüm ki elimde olmadan gittikçe artan bir şiddetle ağlıyordum. Arabaya gelince artık baya baya hıçkırıyordum! Arabayı kim sürdü, veterinere nasıl girdik hatırlamıyorum bile, metal masanın üzerine o yavruyu koyuşumu hatırlıyorum sadece... Veteriner kız dokundukça inliyordu minik, iç çeke çeke inliyor. "Ah yavrum, ah mazlumum, ne oldu sana böyle" diyorum devamlı içimden, onun kaçmaya mecali yok, sadece inlemeye devam ediyor, yorgun ama koyu bir sesle miyavlıyor. Göğsü hırıl hırıl, feci üşütmüş!

Yıllar sonra öğrendim ki anne kediler, zayıf ve hastalıklı olan yavrularını terkedermiş meğer, ölüme bırakırlarmış. Ben o gün, Azrail'in elinden ödünç almışım Mazlum'u... Ödünç diyorum, çünkü o zaten Azrail'e mühürlenmiş, FIV (Feline Immunodeficiency Virus - yani bizim AIDS hastalığının kedi versiyonu) varmış bizim ufaklıkta. Ama o veteriner kız test yapmadı, ya da bu ihtimali söylemedi, ben onu o gün kurtarınca herşey bitecek zannettim. Mazlum'u bağrıma bastım ve bir ay boyunca her gün antibiyotik tedavisine taşıdım onu.

Akşamları kaloriferin önüne serdiğim yumuşak battaniyenin içine gömerek uyuttum. Gözlerini ve burnunu antiseptiklerle temizledikten sonra, şırıngayla besledim günlerce. İştahsızdı, çok hastaydı, büyük ihtimalle onu bulmadan önceki hafta devamlı yağan şiddetli yağmurlarda dışarda kalmıştı, çok üşümüştü. Nefes alırken göğsünün dolu olduğunu ve hırıl hırıl ettiğini duyuyordum. Her gün iğneye götürdüğümde veteriner bana acıyarak bakıyordu, ama ben vazgeçmiyordum Mazlum'dan...

Ve beklediğim mucize oldu! Yaklaşık 10 gün sonra gözlerindeki iltihap iyileşmeye, Mazlum'un gözleri açılmaya başladı. İştahı da yerine gelmişti artık, ona aldığım çeşit çeşit ıslak mamayı keyifle yiyordu. Hafiften kilo bile almıştı küçük oğlum, toparlıyordu artık! Bir hafta sonra onu Minnoş'la biraraya getirmiştim bile...

Minnoş ilk zamanlar çok dövdü Mazlum'u... Ama zamanla kabullendi, birlikte büyümeye başladılar. Mazlum'un tedavisinin bittiği bir ay sonunda birlikte oyunlar oynuyorlardı artık. Kral, Salalah'ta olduğu için ancak iyileştikten sonra tanışabildi kendisiyle ama öncesinde her gün ona bilgi veriyordum zaten vaziyet hakkında. Resmen iki çocuğumuz vardı sanki, ailemizi tamamlayan son parça da yerine oturmuştu.

O yılın Aralık ayında Salalah'a kedilerimizle birlikte göç ettim. Hem deniz kenarı olduğu için iyotlu hem de her mevsim sıcacık hava çok iyi gelmişti bizim ufaklıklara... Mazlum, günün büyük kısmını balkonda sırtüstü yatarak geçiriyordu. Güneşin altında kıvrılırken, artık kocaman olmuş göbeği bir sağa bir sola yatardı. Hayatımda gördüğüm en komik kediydi sanırım! Tam bir hareket özürlüydü: düzgün atlamayı beceremez, yürürken tren gibi kıvrılarak gider, sağda solda ne varsa devirirdi sakar oğlum! Bir gün mutfak tezgahına atlamayı denerken, çizgi film gibi tezgahın duvarına yapışıp popo üstü yere düştüğünü, sonra da sırtüstü devrildiğini gördüm! Evin neşesiydi, yürüyen mini animasyon gibiydi. Çok komik miyavlardı, sevdiğim zaman öyle bir gırlardı ki evin camları titrerdi. Pancar motor gibi gürültülü gırladığı için geceleri onun sesine rağmen uyumaya çalışırdık. Sabah da gözümü açtığımda ilk gördüğüm şey onun kocaman burnu olurdu! Suratımın dibine kadar yaklaşıp uyanmamı beklerdi her sabah, gözümü açınca da patisiyle yanağımı dürterdi o komik miyavlaması ile: "kalk bana yemek ver!".

Mizacının komik olmasının yanında, o kocaman Karadeniz burnu sayesinde suratı da çok komikti. Aylar geçtikçe irileşti, kocaman tombul pofidik bir kediye dönüştü. Siyah-beyaz Garfield gibi birşey olmuştu. Minnoş'la ikisini seyretmek, onların gözümüzün önünde büyüyüp bu kadar güzel kediler olduğunu görmek bize gurur veriyordu. İkisini de birbirinden çok seviyorduk ama ne yalan söyleyeyim, o biçare halinden dolayı Mazlum benim için bir başkaydı. Mazlum'du işte, o yüzden onu sol omzuma dayar ve o gırıldarken başını başka türlü okşardım. Büyüdükçe bütün kucağımı kaplar oldu ama ben onu ilk defa elime aldığım bir deri-bir kemik haliyle hatırlardım hep...

Kral da çok düşkündü Mazlum'a, arada bir takılır, "Şehmuz oğlum" derdi ona... Kedi zerafeti ile alakası olmayan, hart hurt yürüyen komik bir tipti. Hakikaten tam bir kıllı bıyıklı Şehmuz tipi vardı:) Şehmuz ergenliğinin zirvesine ulaştığında, onu kısırlaştırmamız gerektiğini anladık. Ama Salalah'ta deve haricinde evcil hayvan yok ki? Veterinerler de pratik olarak aslında deve doktoru! Bir Suriye'li doktor bulduk, adam aslında gerçekten tıp okumuş, veterinerlik fakültesi değil. Suriye'deki savaş nedeniyle ailesini de alıp Salalah'a göçmüş, burada veteriner olarak hayatını kazanıyor. Ama bizim oğlan da pek kıymetli, güvenemiyoruz. 

Herifi kısırlaştırma ameliyatına götürmemiz, filmlerdeki mafya hesaplaşma sahnesini andırıyordu! Zavallı Suriye'li veterinerin dükkanının önüne sıra sıra jiplerle geldik, arabadan inen muayenehaneye giriyor. Adamcağız ne olduğunu anlamadı, korku dolu gözlerle bize bakıyor. Dükkanın içinde 10-15 iri yarı adam, arada ben kucağımda Mazlum'la. Veterineri bulup bizi oraya getiren ve ana dil gibi Arapça bilen Süleyman giriyor konuya: "Biz bu kediyi kısırlaştırmaya getirdik! Bu kedinin geldiği gibi sağlam çıkmasını istiyoruz, ameliyat bitene kadar da hepimiz burada bekliyoruz". Ha sıkıysa ameliyatta bir hata yap yani!!!

Sanki liderimiz kurşunlanmış da, ameliyat olması için hastaneye getirmişiz, hepimiz volta atıyoruz içeride. Bir yandan da ikili üçerli gruplar halinde doktorun ameliyat yaptığı odaya girip çıkıyorlar, kontrol ediyorlar herşey yolunda mı diye! 

Çok şükür kazasız belasız kestirdik ufaklığı, doktor da derin bir nefes çekti ve gülümseyerek teslim etti. "Hayatımda ilk kez böyle birşey görüyorum, bir daha da görebileceğimi sanmıyorum " demeyi de ihmal etmedi tabi... Kesin hepimizin manyak olduğunu düşünmüştür!

O günün gecesi, Mazlum yapılan uyuşturucu iğnenin etkisinden çıkıp yarasını yalamasın diye başında bekledim. Hiç uyumadan kafasının tepesinde dikildim, dilini ısırmaya çalışırken ağzını açtım, yarasını yalamak istediğinde kafasını tuttum. Sabaha kadar cebelleştik. Takip eden günlerde de pansumanı, ilaçları falan derken hiç rahat vermedim. Ama enfeksiyon kapmadan tertemiz iyileşti yavrucak...

Bir gün Azrail, Mazlum'u tekrar almak istedi... Evimizin bulunduğu 3.katta, balkondan yatak odası camına atlamaya çalışmış bizimki, zaten dengesiz olduğu için de aşağıya çakılmış. Allahtan alt katın cam pervası uzundu da, oraya çarpıp yavaşlamış ve çimene düşmüş. Onun gür sesiyle böğürerek miyavlamasına fırladık, bir baktık ki herif aşağıdan bize sesleniyor ağlayarak! Nasıl fırlayıp indik, bizi görünce olduğu yerde nasıl korkudan işedi, iç kanamadan ölecek diye o gece nasıl başında uyumadan bekledik... 

Hemen Suriyeli doktora gittik tabi, adam bizim oğlana ne kadar düşkün olduğumuzu biliyor artık! Eliyle muayene etti ama röntgen olmadığı için iç kanama var mı bilemiyor. O gün Mazlum kucağımda kaç hastanenin kapısına gidip ağlayarak yalvardım, "ne olur röntgenini çekin" diye. Kabul etmiyorlar, yasakmış, insan hastanesine hayvan alamazlarmış... En sonunda Hintli bir doktor insafa geldi, "röntgen filmini size veremem çünkü print alırsam beni işten atarlar, buraya hayvan sokmak yasak" diyerek yardım etmeyi kabul etti. Ellerini öpesim geldi o doktorun, minnet içinde Mazlum'u röntgen masasına yatırdım ve içimden dua ederek iç kanama olmaması için yalvardım Allah'a. Yokmuş! Çok şükür, yine yırttı bizim oğlan! Ama topallıyor?

Adam gibi bir veteriner kliniği olmadığı için Salalah'ta bu iş olmayacak... Kral'la uçak biletlerimizi aldık, hem Minnoş'u kontrol ettirelim, hem de Mazlum'un iyi olduğundan emin olalım diye 1.000 km ötedeki Muscat şehrine gittik. Evcil hayvan kabul eden tek otele, Johnny International'a yerleştik. Otel, leşin leşi! Marketten çamaşır suyu alıp odayı temizledim önce, o kadar iğrenç! Yatak odasından topladığım prezervatifler, banyo falan iyyyyyyyy.... Neyse temizledikten sonra orada iki gün kalabileceğimize kanaat getirdik. O iki gün içinde de, hem Minnoş hem Mazlum'u bir güzel kontrol ettirdik, turp gibi çıktılar, içimiz rahatladı. Mazlum, sadece birkaç hafta daha topalladı ve sonra tamamen iyileşti.

Ama 3-4 yaşına geldiğinde dişleri dökülmeye başladı. Diş etlerinin dipleri kızarmış, dişleri sararıyordu. Arkadaki dişleri iltihaplı gibi, sarı yeşilimsi bir renk alıyordu. Yine veterinerlere taşınmaya başladık, ama bir Allah'ın kulu da demiyor ki bu hayvanda FIV var! Bunların hepsi o virüsün alametiymiş, Mazlum'un içinde yaşayan o öldürücü virüs o zamanlar harekete geçmiş meğer... Bilmedik, anlamadık... Küçüklüğünde çok besinsiz ve zayıf kalmasına, hasta olmasına yorduk. Dişlerini düzeltmek için çabaladık, ilaçlar tedaviler vitaminler merhemler... Ama dişleri dökülmeye devam etti.

Salalah'ta geçirdiğimiz 3 yıl bitip de Gürcistan'a geri döndüğümüzde, Mazlum hala sağlıklıydı ama artık birkaç dişi kalmıştı. 2019 Eylül ayında boğazında bir yumru farkettim. Garip bir şişlik... Yine veterinere gittik, "Önemli birşey değil, lenf bezleri şişmiş" dediler. İğne ile o şişliklerin içinden sıvı çektiler, çok ağladı küçük oğlum, çok canı yandı belli ki... Birkaç gün üst üste aynı işlemi tekrar etmemiz gerekecekti ama benim içime sinmeyen birşeyler vardı. Ertesi günü, tam teşekküllü lavarotuvarı olan Veterinerlik Fakültesi Hastanesi'ne götürdüm Mazlum'u. Kan tahlili için kan alırken, doktor durumun pek iç açıcı olmadığını söyledi. O da ne demek?

Lenf bezlerinin şişmesinin, vücutta bir savaş olduğunun işareti olduğunu, hatta bu şişliğin yanısıra ateşi de olduğunu söylediler. Bağışıklık sistemini bastıracak bir ilaç tedavisine başlamamız gerektiğini, bunun da kortizon ile mümkün olacağını belirttiler. Anlayamıyordum! Madem bir savaş var, o zaman neden bağışıklık sistemini bastırmak yerine güçlendirip savaşı kazanmasını sağlamıyorduk?

Ankara'da annemlerin hep gittiği veterineri aradım. Tahlil sonuçlarını göndermem gerektiğini söylediler, ancak o zaman durum hakkında birşeyler diyebilirlermiş. Sonuçları gönderince de, burada görmemiz lazım dediler! Paranın gözü kör olsun, veterinerler bile para için neler yapıyor! İnsanların duyguları, umutları ile nasıl da oynuyorlar? İnandım tabi, küçük meleğimin ölmesi ihtimalini aklıma bile getirmek istemiyordum. Bavulumu, Mazlum'u toparladığım gibi ertesi günü Ankara uçağındaydım. Havalimanında benim ufaklık çok sükse yaptı, insanların çoğu hayatlarında ilk defa bu kadar iri bir kedi görüyordu. X-ray cihazlarına geldiğimizde kafesinden çıkarıp, kucağıma alınca, etraftan " vaaay, ooooo, abi kediye baaaak, hay maşallah" sesleri gelmeye başlıyordu. Öyle güzel, öyle pamuk topu bir yaratıktı... 6 yaşını geçmişti artık, tam koca adam olmuştu.

Veterinere gidince tabi mevcut tahlillerin yeterli olmayacağını, yeni tahliller gerektiğini söylediler. Birkaç bin TL kilitledikten sonra, benim ufaklığın FIV+ olduğunu, çok ciddi bir tedavi süreci olacağını, bu tür vakaların genellikle ölümle sonuçlandığını ama onu en azından birkaç yıl daha yaşatmayı deneyeceklerini söylediler. Siz olsanız ne derdiniz? Mazlum, yattığı yerde koluma başını dayamış. Halsiz halsiz iç çekiyor, kolundaki kocaman serum iğnesinden damla damla ilaç süzülüyor. Kulaklarının yanındaki tüyler mi dökülmeye başlamış sanki? Onun ölmesinin imkansız olduğunu düşünüyorum o sırada, o sinir bozucu Ekim sabahında nasıl bir saçmalık yaşadığımı anlamaya çalışıyorum. Benim oğlum tosun gibi, hıyar bir virüse mi yenilecek?

Tedaviye başlıyoruz, iki hafta Ankara'da Mazlum'u her gün veterinere taşıyorum. Birinci hafta bittiğinde hakikaten hareketlenmeye başladı! Boynundaki şişler indi, Mazlum normal görünüyordu sanki. Çok mutluydum! Meğer verdiğimiz kortizon, bağışıklık sistemini kapattığı için savaşa ara vermiş benim tosunum. O yüzden lenf bezleri normale dönmüş, ateşi düşmüş...Ama içerde virüs çalışmaya devam ediyor...

Ben mutlu mesut Tiflis'e geri döndüm. İlaç tedavisine hap şeklinde devam ediyorduk. Ufaklık da kendini daha iyi hissediyor, iştahı açık, ortalıkta geziniyor, "yine yırttık" diyorum içimden. Ta ki birkaç hafta sonra Mazlum'un tüyleri daha fazla dökülene kadar...

Gittikçe halsizleşmeye, iştahsızlaşmaya başladı. Ankara'da benden dünyanın parasını kösen şerefsiz veteriner  "e normal tabi, yapılabilecek herşeyi yaptık, ehe ühü" diye zırvalıyor telefonda, hiç oralı olmuyor. Bir kere arayıp da, durum nedir diye merak bile etmiyor. Hani birkaç yıl daha yaşatacaktık ulan? Verdiğim her kuruş haram zıkkım olsun, aha burada da tekrar yazıyorum!

Her günüm veterinerlik fakültesinde geçiyor artık Tiflis'te. Mazlum'un gittikçe eridiğini görüyorum, belki acısını hafifletebilir miyim ümidi ile Gürcü doktorun gözünün içine bakıyorum. Parmaklarımın arasından kayıp gidiyor sanki, tutamıyorum, veterinerlik fakültesinin binasında göz yaşımın değmediği tek bir taş kalmamıştır heralde o iki ay içinde.

Aralık ayı sonlarına gelmiştik. Mazlum'un durumu yetmezmiş gibi, Kral da evi satma derdine girmiş. Birileri gidiyor, geliyor, birşeyler oluyor ama benim kalbim paramparça... Mazlum bir deri, bir kemik kaldı. Kulaklarında hiç tüy yok, kafasının üstünde bozuk para boyunda kellikler çoğaldı. Yemek bir kenara dursun, tuvalete bile zor gidiyor. İstifra etmek için kumuna sürünerek gidiyor, sonra da orada yığılıp kalıyor. Kucağıma alıp temizliyorum, seviyorum, öpüyorum, yalvarıyorum ne olur iyileş diye ama nafile... Geri dönüşü yok, ölüyor artık anladım. En azından bu kadar eziyet çekmesine engel olmam gerekiyordu.

Veterinerlik Fakültesindeki doktoru aradım, daha önce ötenazi alternatifini söylemişti, en azından acısına son veririz diye... O kelime ağzımdan çıkarken, midemdeki bıçakların acısı... "Sabah ben oraya gelirim, en azından son yolculuğuna huzurlu yuvasından uğurlayalım" dedi doktor. Allah ondan razı olsun, ben de zaten perişan haldeki oğlumu artık oradan oraya taşımak istemiyordum. O gece misafir yatak odasında yattık Mazlum'la. Kral, ötenazi yapılmasını istemiyordu ama genel olarak hiçbirşey yapmak istemiyordu! Zaten bir sorun olduğu zaman ortadan yok olmak, sorunu yok saymak gibi bir huyu vardı. Sen görmezden gelince problemler hallolmuyor ki! O gece Mazlum ve ben hayatımın en unutulmaz gecelerinden birini yaşadık. Gece ara ara içim geçiyor, gözümü her açtığımda yerimden fırlayıp burnunun ucuna elimi tutuyorum, nefes alıyor mu diye... Can vermeyi bekliyor, can vermek istiyor ama veremiyordu. Yatma pozisyonunda yan devriliyor, sonra zar zor yavaş hareketlerle doğrulmaya çalışıyor, yine devriliyor. Onu o halde görmek, ne kadar eziyet çektiğine şahit olmak... Mazlum benim biriciğim, canımın parçası, biçare yavrum... Sabahı sabah ediyoruz.

Kral, tabi ki yine kaçıyor, "ben dayanamam" diye... Onun o tavrını görünce, Mazlum'dan nasıl vazgeçtiğini görünce, ona olan güvenim sarsıldı ilk kez. O kadar çok sevdiği Mazlum'u, en ihtiyaç duyduğu zamanda terkedip çıktı gitti... Ben Mazlum kucağımda, salondaki koltukta doktoru beklemeye başladım. Minnoş bir terslik olduğunun farkında, o da etrafımızda dolaşıyor ama hiç rahatsız etmiyor Mazlum'u. Sessizce vedalaşıyoruz Mazlum'la, tüyleri dökülmüş kafasını seviyorum, okşuyorum, "keşke, keşke bu kadar erken gitmeseydin oğlum" diyerek sarılıyorum ona. O kadar zayıfladı ki, Ankara uçağına bindirdiğim gün 9 kg gelen kedi, 4 kiloya düşmüş. Sarılırken tüy gibi kalıyor artık, zaten kıpırdamaya mecali yok, gözleri buzlu cam gibi olmuş... Ve doktor telefon açıyor, gelmiş.

Yavaşça Mazlum'u kanepenin üzerine bırakıp, bahçeye çıkıyorum doktoru karşılamaya... Evimiz Tiflis'in biraz dışında, bahçeli ve tek katlı, çok sempatik bir evdi. Ben Mazlum'la uğraşırken, Kral evin satış işlemlerini de gerçekleştirmişti. Her taşını, her parçasını kendi zevkime göre seçtiğim o güzel ev de gitmişti artık. Sevdiğim herşeyi benden geri alıyordu gizli bir el...

Doktorla birlikte içeri girdik, bir battaniye sermemi önerirken, diğer yandan çantasından iğnesini ve ilacını çıkarıyordu. Ben içeri koşup şimdi hangisi olduğunu hatırlamadığım bir örtü aldım dolaptan. Mazlum'u yavaşça kaldırdım, örtüyü koltuğa serip onu üzerine yatırdım. Neredeyse hiç hareket etmiyordu zaten, gözbebekleri kocaman ama siyah değil artık, grimsi bulutlu... Doktor bir yanında, ben diğer yanında oturduk kanepede. Doktor da çok sevmişti Mazlum'u, çok iyi huylu olmasından çok etkilenmişti. Onun da gözleri dolmuştu iğneyi batırırken ve iğnenin içindeki öldürücü sıvının gittikçe azalmasını seyrettik şırınganın içinde... Azaldı, azaldı ve boşalan şırıngayı geri çekerken parmağıyla iğne yerini ovaladı hafifçe. "Hiç acı çekmeyecek, uyuyacak ve melek olacak" dedi parmağıyla ovalamayı sürdürürken. 

"Kediler gözleri açık şekilde gittikleri için, en azından bir 15-20 dakika beklememiz gerekiyor, emin olalım" dedi. İnanır mısınız, sonrası kesik kesik film gibi hatırladığım kısıma dönüşüyor. Doktoru kapıya kadar uğurlayışımı, aradan kaç dakika geçtiğini, Mazlum'u içine sardığım battaniyeyle birlikte bahçeye çıkışımı... Küreği toprağa saplama çalışmamı, killi olduğu için taş gibi sertleşmiş toprağı kazmak için nasıl da kan-ter içinde kaldığımı, olay mahalline doktor gittikten sonra gelen temizlikçimiz Iveta'nın nasıl ağlayarak beni seyrettiğini, yoldan geçen komşuların nasıl durup bana baktıklarını,... Hayatta en sevdiğim varlığı kendi ellerimle öldürmüş olmanın acısını, ama onu kurtaramayacağımı bildiğim için en azından ıstırabını azaltmaya çabalamış olmamı.... Kral'ın beni böyle bir anda nasıl tek başıma bırakıp gitmesini... Sanki gerçek değildi, veya çok gerçekti ama şu ana kadar bunları hiçkimseye açık açık anlatamadığım için ve bu konuda konuşmama izin de verilmediği için hayalleşmişti... Çukurun yanına diz çökmüş, küreği bir kenara fırlatmış, ellerimle kazıyordum mezarını Mazlum'un... Gözümden oluk oluk gelen yaşlar, suratıma yapışan toprağı çamur haline getiriyor, damla damla mezar çukuruna akıyor. Yeterince derin olduğuna inandığımda, çukurun içinden ellerimi çıkarıyorum, parmak uçlarım acıyor. Mazlum'u son kez göğsüme bastırıyorum, "elveda oğlum benim" diye yavaşça toprağın kucağına bırakıyorum. 

Mezara toprak atmak ne zor birşey, bilir misiniz? İnsanın aklına öyle şeyler geliyor ki... Yağmur yağdığında ıslanacak, kışın toprak buz gibi olur ve o toprağın içinde öyle yatıyor, benim gözüm gibi baktığım üzerine titrediğim canparem kurtlarla solucanlarla aynı yerde mi kalacak, o güzelim bembeyaz tüyleri topraktan sapsarı kirlendi, birkaç ay önce evdeki saksıları deviriyordu ve ben şimdi onun öldüğüne mi inanmalıyım? Bunları aklımdan geçirirken, çukur içinde biricik kuzumla doluyor... Sokak hayvanları gelip rahatsız etmesin diye geniş bir taş koyuyorum en üste, birkaç şişe de su döküyorum toprağa... Eve girerken soyunmaya başlıyorum, o gün giydiğim ayakkabılar, çoraplar, üzerimde ne varsa hepsini çöpe atıyorum. Unutmak imkansız olsa da, en azından o gün giydiğim şeyleri bir daha görmek bile istemiyorum!

İşte artık hepiniz biliyorsunuz! Benim kalbimin bir parçası, Tiflis'te Sopeli Digomi'deki o güzel evin önünde, kendi kazdığım mezarın içinde gömülü... Kendi ellerimle öldürdüm, kendi ellerimle gömdüm.  O mezarı bir daha görmemek için de 2 gün içinde bir ev bulduk ve oradan taşındık. Yolum normalde o evin önünden geçmese de, anlamsız bahanelerle birkaç kere kendimi o sokağa dönerken buldum. Ama her defasında, o mezarın önünden geçerken oraya bakamadım, sadece eve baktım. Oradaki mutlu günlerimi düşündüm, Mazlum'un bahçede kelebek kovaladığı anları hatırladım. Evin sokak kapısının yanındaki camlı kısımdan nasıl baktığını, şimdi ben geçerken belki onu yine orada görebileceğimi hayal ettim.

Belki bazılarınız için alt tarafı bir kedi, amma da abartmışımdır! Ama benim için Mazlum çok farklı birşeydi. Ölümünün üzerinden neredeyse 2 yıl geçti ama ben onu hala her sabah arıyorum. Büyük ihtimalle onu kaybettikten sonra gözlerimden çıkabilecek bütün yaşları da akıtmışım ki, o zamandan beri istesem de gözyaşlarım çok daha az geliyor. Belki de o gün mezara koyduğum, aslında kalbimin en yumuşak parçasıydı... En masum, en hassas ve en güzel parçası... O yüzden bunları anlatmalıydım ve artık içim rahatladı.

Elveda Mazlum...











 




Danza Kuduro!!!!

Eylül.2014 sonu... Bizim şirket bu yılki üst yönetim networking eventi Bodrum Rixos'da yapacakmış, o ye o ye! Her ne kadar Bodrum'dan çok hoşlanmasam da, en son İstanbul'daki toplaşmamızda Danza Kuduro'yu milli marşımız olarak ilan ettiğimiz kankalarımın da geliyor olması sebebiyle heyecan dorukta! Saçma sapan bir topluluk - bendeniz Türk, bir İranlı, bir Danimarkalı ve bir Gürcü'den oluşan Danza Kuduro ekibi-, biraraya gelince bir şirketin ciddi yöneticilerinden daha çok üniversiteden yeni mezun olmuş kuduruk tiplere dönüşüyoruz. O yüzden Bodrum'u iple çekiyorum...

Tabi şimdi böyle bir fırsat doğduğu için, bir iki gün önceden gidip Maki Otel'de kalmaya karar veriyorum. Enerji toplamam lazım:) Zaten Kral Salalah'ta ve Tiflis o yokken hiç çekilmiyor. İstanbul aktarmalı Bodrum uçağının biletlerini alıp, bavulumu hazırlamaya koyuluyorum hemen. Sistemde mi problem vardı, yoksa dış hattan iç hata transit mi yapamamışlardı hatırlamıyorum ama İstanbul'da check-in yapmam gerekecek... Çok sık seyahat ettiğim için bavul hazırlamak artık otomatik hale gelmiş, pıt pıt pıt yarım saate hazır! Ah şu THY rötarları da olmasa, hayat ne güzel olacak ama yine rötar yine rötar!  İstanbul'a indiğim andan itibaren sadece 1 saat vaktim kalmış Bodrum uçağı için, haydi kızım tabana kuvvet diyerek Dış Hatlardan İç Hatlara maraton koşuma başlıyorum. İç Hatlar binasına ceylan gibi sekerek dalıyorum, kaldı 50 dk... THY Bankosu, THY Bankosu diye diye sekmeye devam ediyorum ve ta taaaaam! İstanbul'da kim varsa buraya gelmiş!!!!! Bankonun önündeki izdiham, Rusya'daki Tarkan konserinde görülmemiştir! Kuyruk öyle bir katmerli S çizerek uzamış ki; değil 50 dk, 5 saat beklesem sıra bana gelmez, Nolacak şimdi?

Önce medeni bir insan gibi kuyruğa giriyorum, kaldı 45 dk. Kuyruk yavaaaaaşça ilerliyor ama yok yani, kesinlikle uçağı kaçıracağım. Kaldı 35 dk. Hemen kuyruğun en önüne doğru depara kalkıyorum. Sabırsızca bekleyen orta yaşlı bir amca ve eşi, onların önünde genç bir delikanlı ve kuyruğun başında yerimi alıp iki kolumu birden kalabalığa doğru havaya kaldırıyorum. En yüksek sesimle kuyruktaki kalabalığa sesleniyorum: 

- Afedersiniz, çok özür dilerim, beni dinler misiniz? Uçağımın kalmasına sadece 35 dk kaldı, normalde hayatımda hiçbir kuyruğu bozmadım ama bu sefer yardımınıza ihtiyacım var. Lütfen en öne geçip, uçağa yetişmem için bana izin verir misiniz?

Son cümlemi söylerken, en öndeki genç delikanlı ve arkasındaki orta yaşlı çiftin gözlerinin içine bakıyorum. Kim böyle bir yardım çağrısına hayır diyebilir ki? Kalabalığın önlere doğru olan kısmında sesler yükselmeye başlıyor hemen:

- Tabi tabi, bırakın hanımefendi yetişsin... Ne demek, buyrun lütfen...

En öndekilerden gözlerimi ayırmıyorum ve genç delikanlı eliyle gişeye doğru jest yaparak:

- Lütfen buyrun, iyi uçuşlar...

Diyor. Allahım, elim ayağım titriyor, kocaman gülümseyerek bir kere daha bağırıyorum kalabalığa:

- ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM, HERKESE İYİ YOLCULUKLAR!

En öndekilere de ayrıca teşekkür edip, genç delikanlının eliyle jest yaptığı yöndeki bankoya doğru ilerliyorum hızlı adımlarla. Bankodaki kız ben yaklaşırken gülümsüyor, omuz silkerek kimliğimi uzatıyorum ve "lütfen beni Bodrum uçağına yetiştirin" diyorum. Kaldı 30 dk, gate kapanacak! Kız yer görevlisine doğru işaret yapıyor, yanında gelince anons çekmesini istiyor gate çalışanlarına. Yer görevlisi telsizinden "Bodrum, bir yolcu daha geliyor, bekletin" dediği ana kadar bütün vücuduma pompalanan adrenalin, derin bir nefesle havaya karışıyor sanki... Her an yere yığılabilirim, yetiştim sanırım, hadi son hamle... Biletimi alıyorum ve iyi ki el bagajımla gelmişim diye gate'e gidene kadar şükür duası ediyorum. Ya bavul beklemek zorunda kalsaydım? Ucu ucuna yetiştiğim uçağa biner binmez koltuğuma yığılıyorum.

Bodrum Havalimanı inişini hiç sevmem, o iki tepe arasından alçalırken aklım gidiyor korkudan her seferinde! Sanki uçağın kanatları değecekmiş gibi, ödüm kopuyor... Ama neyse geldik artık. İniş, çıkış, taksi falan derken hoppp Maki Otel'deyim:) Akşamüstü oldu bile. İki gün tek başıma kafa dinleyeceğim.

İlk akşam yemeğimi deniz kenarındaki restoranda yemeye karar veriyorum, iki kadeh rakı ve kebap, ohhhhh:) Deniz yanıbaşımda, hava limonata gibi, hafifçe kulak okşayan bir latin şarkısı çalıyor, kadehimi batan güneşe kaldırıyorum. Havalimanında koşturmam aklıma geldikçe gülüyorum kendi kendime, rakıyı içince iyice bir gevşedim. Hesabı ödeyip Türk Bükü'nde bir yürüyüş yapmaya karar veriyorum. Oh beee... Dünya varmış!

Siz hiç tek başınıza tatil yaptınız mı? Yapmadıysanız, kesinlikle yapın derim, muhteşem birşey! Canınız ne isterse, ne zaman isterse yapabilirsiniz ve size engel olacak kimse olmuyor. Yok oraya mı gitsek, buraya mı gitsek diye kararsızlık yok, tartışma yok. Nereye istiyorsan git işte, bak keyfine. Bir insanın en iyi arkadaşı kendisi zaten, o yüzden arada bir en iyi arkadaşınla vakit geçirmek iyidir. Kendini dinlersin, kendini daha çok seversin, kendinle bağın artar - asla yalnız kalmaktan korkma! Lüzumsuz bir insanla veya birlikte vakit geçirmekten hoşlanmadığın insanlarla kalacağına, yalnız kal...

İki gün kendi kendimle aşk yaşadıktan sonra beklenen telefon geliyor, Danza Kuduro'nun Gürcü üyesi... Hatırlarsınız belki, Kral'la tanıştığımız klübe zorla rezervasyon yaptıran Keti'den bahsediyorum. Telefondaki sesi heyecandan dalgalanıyor, "star of the show, where are you?". Bana bu ismi Koçluk Eğitiminde takmışlardı, üstüme yapıştı kaldı, çok da şikayetçi değilim zaten:) Bana daha uygun bir nickname olamazdı, o yüzden hoşuma gidiyor. Geliyorum yavrucuğum, Maki'den check-out yapıp taksiye atlıyorum, Yallah Rixos!

Taksi otele yaklaşırken kapıda bir karşılama masası görüyorum. Evente katılacak herkese hoşgeldiniz içkisi veriyorlar, check-in için yardımcı oluyorlar... Ve bir de bakıyorum, bizim Hain Manita karşılama komitesinde, yok artık!!! O kadar hiçbirşey hissetmiyorum ki, kendi kendime şaşırıyorum, sinir bile olmuyorum:) Sadece kendi kendime kızıyorum, "ulan ne zevksiz karısın be, bula bula bunu mu buldun sevgili olacak!" diyorum içimden. Amaan sittir et, portföyde bir de çirkin olsun, napim:) Yok say gitsin...

Bizimki hoplaya zıplaya geliyor uzaktan, kucaklaşıyoruz hemen, özlemişim. Yine ağzından tükürükler saçarak başlıyor anlatmaya, bir yandan beni içki büfesine doğru çekiştiriyor. Yarın akşam parti varmış, yok şu ülkedeki operasyonda şu olmuş, yok bilmemkimi görmüş müyüm, yarın denize girelimmiş, ooooo Keti.... Anlaşıldı, iki gün kafa dinlediğim iyi olmuş, bize burada uyku yok anlaşılan:) Netekim öyle de oluyor, neredeyse hiç uyumadan geçiyor networking event. Sabah toplantı, öğleden akşam kadar deniz-güneş-kum, gece parti, partiden sonra after-party, after-party'den sonra Keti!

Bizim Genel Müdür Latin Danslarına başlamış eşiyle, benim de Salsa yaptığımı öğrenince gözleri parladı. Koskoca adamın beni dans pistine bir çekişi var, biraz daha çekse sadece kolumla dans edebilecek, kolum kopup elinde kalacak adamın! Acemi olmasına rağmen hiç fena dansetmiyor, çok eğleniyoruz. Beni döndürüyor, çeviriyor, yeni öğrendiği bütün figürleri ustaca sergiliyor... Partide Salsa bilen başka kimse olmadığı için de gözler üzerimizde... I'm the Star of the Show, what can I do?:) Beyaz mini elbisemle dans ederken, etrafımdaki bakışları hissetmek bana haz veriyor... Bir gün bu hisleri unutup, tekrar hatırlamam için yıllar geçmesi gerekeceğini söyleseler inanır mıydım?

Kapanış kokteylinin olacağı gece, büyük bir parti organize etmişler... Otelin burun kısmında bir parti alanı var, orada yapılacak, tüller, lazerler, rengarek ışıklar... Halikarnas halt etmiş, ortam muhteşem görünüyor! Bizim Danza Kuduro ekibinden fire verdik aktivitede, İranlı üyemiz bütün Genel Müdürlerin dibinde... Bir onun masasına gidiyor, bir bunun, kendini göstermek için parçaladı kendini. Onun o haline çok gülüyoruz, halbuki bize takılsa zaten onlarla olacak, ama işte adam ciddiyetini bozmak istemiyor... Biz ise pistten inmiyoruz, kuduruyoruz, kuduruyoruz! Gecenin sonunda darbukayı dizlerimin arasına sıkıştırıp, düm tek düm tek pistin ortasında milleti oynattığımı hatırlıyorum. Yanımda da bizim Danimarkalı, sırt sırta dayanmış, tef çalıyor! Uzun zamandır böyle kudurmamıştım, çok iyi geldi valla... eeee, we work hard and party hard!

Otel odalarımız villalarda, ayrı daireler şeklinde... Ben kendi dairemi sadece check-in yaparken gördüm, bir de check-out yaparken... Zaten günde 2-3 saat uyuyacak vakit oldu, o saatlerde de Keti sağolsun, çekiştire çekiştire kendi villasına sürükledi! Şirkette ne kadar dedikodu varsa konuştuk, sabahlara kadar güldük, içtik, evente katılanları değerlendirdik... Son gece, Keti'ye işten ayrılacağımı yumurtladım. Şoka girdi haliyle...

Katılacağım son networking event oldu, herkesi son kez bir arada görüşüm... Son kez öyle kudurdum, yıllarca öyle dansetmedim bir daha... Bir daha hiç öyle dans edebilecek miyim, onu da bilmiyorum... Eventten sonra herkes kendi ülkelerine dağılmadan önce, vedalaşma safhasının benim için çok ayrı anlamı vardı. Bu insanların çoğunu hayatım boyunca bir daha görmeyecektim, halbuki onlar bana sarılırken "gelecek sene eventte seninle takılacağım, bizim killer sales tam bir party animal çıktı iyi mi!" diyorlardı. Bilmiyorlardı ki ben gidişimi kutluyorum çılgınca...

Elveda Danza Kuduro! İki ay sonra, Aralık 2014'te verdim istifamı...















Araftayım, Cennetteyim, Cehennemdeyim... Mutluluk Diye Birşey Var mı?


Ağustos.2014... Kral, Salalah seyahatinden geri gelmişti. Güneşli, sıcacık ama hafif tatlı esintili harika bir yaz haftasonuydu, Öğleden sonra yatağımızda uzanmış, birbirimizden ayrı kaldığımız günlerin acısını çıkarıyorduk. Onun göğsüne başımı yaslamış, kalbinin sesini dinlerken içimden bir şarkı mırıldanıyordum. Ferforje yatak ayak ucunun önünde uzun bir puf duruyordu, üzerinde fırlatılıp atılmış kıyafetlerimiz... Bir anda Minnoş zıpladı pufun üstüne, dünyanın en güzel yavru kedisi bu olsa gerek! Kral hemen telefonuna uzanıp kamerayı açtı, onun o tatlı tatlı yürüyüşünü kameraya çekmeye başladı. Ufaklık bize doğru bir hareketlendi, yatağın ucundaki demirin üzerine atlayıp bize doğru gelecek güya. Demirin üzerine atlamasıyla, arka ayaklarının kayması ve iki yana açılması bir oldu. Asılı kalan ön ayakları da hala demirin üzerinde, arka ayaklarıyla debeleniyor, debelendikçe ileri geri sallanıyor, kıvrılıyor. Ön ayaklarını da bırakmıyor, korktu, panikledi, başladı ciyaklamaya! Pat diye düştü pufun üstüne sonunda gerisin geri!

Kral elinde telefonla, ben de onun yanında, bir anda HIRRK HIRRK diye gülmeye sonra kahkaha atmaya başladık. Bizim kahkahalarımız başlayınca iyice korktu, sindi pufun üzerine... Ama gidip de onu oradan almak bir yana dursun, gülme krizine girmiştik bir kere, yerimizden kıpırdayamıyorduk. Yatağın üzerinde katıla katıla gülüyorduk, Minnoş bir ses çıkarınca iyice katılıyorduk. Onun o masum ve ürkek halini görünce sakinleştik biraz, yatağın ucuna uzanıp kavradık küçücük yavrumuzu, aramıza aldık. Biraz okşayıp karnını kaşıyınca o da gevşedi, gırıldamaya başladı, keyfi yerine geldi. Biz ise hala kıkırdamaya devam ediyorduk.

Bir yandan birbirimize, bir yandan da ortada yatan o küçücük yavru kediye bakarkenki halimizi hatırlıyorum da şimdi... Bazen Minnoş'un o yatak başlığına atlayıp debelenmesini çektiğimiz videoya bakıyorum. Kahkahaların başlayıp görüntünün önce titremesi, sonra sallana sallana beyaz çarşafların üzerine düşmesiyle son buluyor. 

O anları hatırladığım zaman, kırılmış kalbimin bütün parçaları yine göğsüme saplanıyor. Kenarları yenmiş tırnaklarım, yüzümde yeni çizgiler, içimde tarifsiz bir boşluk ve hüzün, ağlamamak için aldığım sakinleştiriciler yüzünden boş bakan gözlerim... Sekiz yıl nasıl geçmiş, ben ne zaman 45 yaşıma geldim, benim amacım ne? Gücümü toplayıp, yıllar önce girip baktığım o kapıdan çıkıp, tekrar koridora dönmek... O boş, sonu görünmeyen, ıssız, sesinin yankılanıp hiçbir zaman cevap bulamadığı koridora... Daha kaç kapıdan geçmem, kaç kere yeniden başlamam, ne kadar yürümem gerekiyor? Hayal kırıklıklarım artık dağ oldu birike birike; her seferinde aşağıya düşüp, yeniden tırmanmaya başlayıp, mutluluğun zirvesine çıktığını zannederken daha da yüksekten düşmek?

Ben ne anladım biliyor musunuz? Mutluluğun zirvesi diye birşey yokmuş arkadaş! Mutluluk dağı var, evet, ama bu bir volkan, zirvesi de tam ortasından her an yakıcı lav püskürtebilen dev bir krater! Siz de bilgisayar oyunu karakteri gibisiniz: Düştüğünüzde veya yandığınızda bir canınız gidiyor, ama oyun tekrar başlıyor. Siz şimdi mutluluk dağına tırmanırken, bu volkan bir hareketleniyor, bir deprem, pat düştünüz... Tekrar kalkıp tırmanmaya başlıyorsunuz, yukarılara yaklaşıyorsunuz, volkan bir patlıyor, hopp yandınız...  Hadi diyelim ki azimle tepeye kadar tırmandınız. Arada fırlayan taşlar kafanızı gözünüzü yardı, küçük püskürmelerde üzerinize isabet eden lav damlacıkları sizi yaktı paraladı, ama yılmadınız devam ettiniz. Hah işte en sonunda geleceğiniz yer, kraterin kenarında kalan incecik bir halka! Ortasından ateş püskürür, habire sallanır durur, yürümek istesen daracık bir toprak parçasında dön Allah dön... Ya ortasına düşersin (onu daha hiç yaşamadım, heralde o durumda game over oluyor), ya volkan büyük patlar oracıkta ölürsün (onu da hiç yaşamadım), ya dengeni kaybedip yamaçtan aşağıya yuvarlana yuvarlana düşersin, ya o halkanın etrafında dönüp dururken yavaş yavaş yanıp eriyip yok olursun, ya da yavaş yavaş erirken artık ayakların yanar ve dengeni kaybedip düşersin (benim senaryo tam olarak bu oluyor sanırım)! Hani öyle "Zirveye ulaştım, oooh oturayım da manzaraya karşı bir keyif yapayım" falan yok yani! Koşulsuz mutluluk da yok, acısını çekmen lazım... O zirvede kalacaksan, bedelini ödemen lazım... Eğer razı değilsen, "kelebekler tepesi"ne takıl, çok yükseğe çıkmazsın, canın da fazla acımaz! 

Galiba insanlar onun için çocuk yapıyor? Çocuk bir çeşit ağrıkesici veya uyuşturucu sprey gibi bişey... Canın yansa da, daha az hissediyorsun. Veya beynin uyuşuyor, tam yukarıya çıkmasan da çıktığını zannediyorsun. Eğer beynin sağlamsa, yukarı çıkma gücün daha fazla oluyor, veya kratere kadar tırmanmışsan daha uzun süre dayanmanı sağlıyor. En sonunda ne olduğunu anlamadan eriyip yok oluyorsun. 

Benim teorim şu: Yaptığım iyiliklere karşılık, evrensel bir güç beni bir teste tabi tutmaya karar verdi. Hayatım akıp giderken zamanı durdurdu ve bana "bundan sonra ne olacağını bilmek ister misin" diye sordu. Cesaretimi test etti ilk olarak, ben de "isterim" dedim, testten geçtim. Testten sonra beni önce arafta bıraktı: kendimi sorgulattı, yaptıklarımı sorgulattı, günahlarımı ve sevaplarımı sorgulattı. Sonra "gel de bir gör bakalım, cennet nasıl bir yermiş" dedi. Üç yıl cenneti yaşattı. O bitince "şimdi de cehennemi gösterelim" dedi. Üç yıl da öyle yaşattı. Şimdi test bitti, durdurduğu zamanı yeniden başlattı ve beni hayatımın akışına geri bıraktı. Bırakırken de eli kaydı, eski yerimi tam bulamadı; biraz daha çıkıntılı, biraz daha arka taraflarına bıraktı beni hayat çizgimin...

İşte bu hikayenin en başında, o 2014 Ağustos ayında, benim araf dönemimin sonları gelmiş, cennetim başlamak üzereydi. Bu yazıyı yazdığım 2021 Mayıs ayında ise, cehennem alevlerinde kavrulmaktan bitap düştüğüm ama işkencemin sonlarına yaklaştığım dönemdeyim. Hayat çizgime ne zaman mı geri döneceğim? Bakü'ye döndüğüm zaman bunun cevabını verebilirim, şu anda ben de bilmiyorum!

Pişman mıyım? Bilmiyorum... Yani, "senin için herşeyden vazgeçerim" dediğim ana geri dönsem, yine aynı şeyi derdim orası kesin! Ama o andan bir iki ay sonra Kral "artık birlikte taşınacağımıza göre, ilişkimizin adını bir koymamız lazım" dediğinde, "Tamam, Abuzer olsun o zaman!" cevabını vermezdim. Aşk ve gurur, saflık ve kibir birarada olunca neler yaptırıyor, neler söyletiyor insana... Yazık... Neyse...

En son girdiğim kapıdan çıkıp, şu koridora bir döneyim. Belki yine biraz geri gidip, unuttuğum veya gözümden kaçan birşey var mı diye kontrol etmem gerekiyordur... Yaptığım hatalardan ders çıkarıp, bir daha tekrar etmemem gerekiyor. Artık akıllandım! En azından akıllandığımı umuyorum... Her iki durumda da:

Bakü'nün Yalnız Kraliçesi geri dönüyor....



Expat Olmanın Zorlukları... Ufak Ufak Değişim Rüzgarları Esmeye Başlıyor...   


Temmuz.2014... Uzun süre Kurumsal hayatta çalışanlar bilir, şirketlerin de hayatlarında inişler ve çıkışlar vardır. Benim şirketimde de hafif hafif değişim rüzgarları esmeye başlamış ve özellikle yabancı ortaklığımızdan kaynaklanan birtakım bölgesel sorunlar yaşamaya başlamıştık. Bölgesel sorun demek, gelir kaynaklarının sarsılması demektir ki, bu en büyük tehdittir! Her ne kadar henüz gözle görülmese de, usta denizciler uzaktaki fırtınanın kokusunu alabilirler... İşaretler aslında çok basit, öncelikle lüzumsuz bir iş trafiği başlar... Neden? Çünkü fırtınayı ilk görenler genellikle merkezde olanlardır ve bunu atlatabilmek için bir anda uluslarası projelere boğmaya başlarlar ülke operasyonlarını. Hani "bak ne kadar çok çalışıyoruz, ne kadar önemli işler yapıyoruz, aman bize dokunmayın" durumları:) Ondan sonra bir bakarsınız, transferler ve istifalar artmaya başlamış. Sonra dedikodular başlar koridorlarda... Böyle böyle anlarsınız ki, birşeyler yakındır... Yani kontrat süremin dolacağı Aralık ayına doğru, başka diyarlara yolculuk görünüyordu ufukta.

Aynı dönemde, Kral'ın şirketinde de bazı değişiklikler oluyordu: yeni alanlara genişlemeler ve buralara atanan yöneticiler... Kral'ın maaşı çok da ahım şahım değildi, benim maaşımın üçte biri gibi birşey alıyordu sanırım. O yüzden bir süredir zam talebinde bulunuyor ancak pozisyonu nedeniyle talebine olumlu karşılık bulamıyordu. Ne kaaa ekmek, o kaaaa köfte! Ne kadar yüksek pozisyon olursa, maaşın da ona göre olur! Gürcistan'da bir terfi durumu da söz konusu olmadığından, şirketin farklı bölgelerdeki projeleri için adını değerlendiriyorlardı. Kuzey Afrika ve Arap Yarımadası için iki teklif gelmişti ama Kral her ikisini de elinin tersiyle itmişti. Birincisini, bölgesel olarak çok berbat bir alternatif olduğu için reddetmişti. İkincisini ise benimle olan birlikteliğinde çok mutlu olduğu için... Ama artık bir tercih yapılması gereken günler yaklaşıyordu. Expat hayatının cilveleri işte...

Her ikimizin de kafasında sorular, geleceğe yönelik kaygılar olduğu halde; evimizin içinde kusursuz bir mutluluk yakalamıştık. Artık arkadaşlarımızla bile pek görüşmüyor, Türkiye'ye aile ziyaretlerine daha az gidiyor, birbirimizle geçirebileceğimiz zamanı kimseyle paylaşmak istemiyorduk. Yavru kedimizle birlikte sevgi ve huzur dolu, aşk dolu, kahkaha dolu bir dünya yaratmıştık, onun dışına çıkmak istemiyorduk. İş veya mecburi ziyaretler nedeniyle o dünyanın dışına çıkmak zorunda kalmışsak, aramızdaki bağ kuvvetli bir mıknatıs gibi bizi geri çekiyordu.

Vaziyet böyleyken, her mutlu expat'ın kabusu olan o telefon geldi bir gün... Teklif edilen lokasyon: Salalah. Kral, biraz düşünmek için izin isteyerek telefonu kapatırken, ben kendi telefonumdan adı geçen yerin gezegenin neresinde olduğunu soruyordum Google Amca'ya. 

- Salalah da neresi yahu? Hayatımda hiç adını duymadığım yer?!

- Umman'daymış, çok iyi bir pozisyon teklif ediyorlar, maaşı da çok iyi...

- Bu artık üçüncü teklif, bunu da kabul etmezsen bir daha yeni teklif alamama ihtimalin çok yüksek, farkındasın değil mi? (Bunları olabildiğince soğukkanlı söylememe rağmen, içimden gitmemesi için yalvarıyordum. Ayrılmak için daha çok erkendi...)

- Biliyorum, ama nasıl gidebilirim ki? Sen buradasın?

Yaaa işte dostlar, hani şirketlerde hep konuşulur ya "bilmemkimi o ülkeye göndermişler, mok gibi para kazanıyormuş, keyfi gıcır" falan diye... İşte o bilmemkimlerin hayatı böyle oluyor. Ülkesinde kalanlar, ailesi ve çevresinden fedakarlık etmeden, tanıdıkları ve bildikleri yerde güven içinde yaşayıp giderler. Ama başka ülkelerde çalışma cesaretini gösterebilenler, tutunabilecek üç beş insan belki bulurlar ve her an onları kaybetme ihtimali ile yaşarlar. Çevresel diğer faktörleri hiç saymıyorum bile! Dil, kültür, alışkanlık farkları, yalnızlık, basit ihtiyaçların bile bazen çok büyük olay haline gelmesi... O bilmemkimin ne çektiğini kimse bilmez ama kazandığı parayı çoğu insan tahmin eder ve ne yazık ki haset eder. 

Şimdi önümüzdeki alternatiflerin değerlendirmesini yapmamız gerekiyordu ve benim aslında bir fikir belirtmemem gerekiyordu. Hatta ideal olarak, sevgilimi desteklemem ve onun geleceği için doğru olan ne ise, onu o tarafa doğru yönlendirmem gerekiyordu. Ben de öyle yaptım... Doğru olan belliydi: gitmesi gerekiyordu! 

Şu anda düşünmek istemediğini, bunu değerlendirmek için biraz zamana ihtiyaç duyduğunu söyledi. Üstelemedim.

Aradan geçen günler içinde, ayrılırsak ne kadar üzücü olacağını iyice hissetmiştim. Hiç bu kadar mutlu olduğumu hatırlamıyordum, onun gidişine nasıl dayanabilirdim bilmiyordum. Kral da aynı şekilde, çok düşünceli ve huzursuzdu. Çok nadir bulunabilecek bir şey yakalamıştık ve onu salıvermemiz isteniyordu. Teklifi reddetmesi çok muhtemeldi, bizden vazgeçmek istemiyordu.

Bir akşam, Salalah fotoğraflarına bakıyorduk, içimden "ulan, niye olmasın?" diye geçirdim. Tamam, çok ıssız ve kuytu bir yer, alakasız saçma sapan bir yer, hayatımda adını duymadığım bir yer, kariyerimin tepesine tırmanırken merdivenlerden yuvarlanmama sebep olacak bir yer... Ama... Sonuçta şu hayattaki asıl amaç mutluluk değil mi? Yani eğer mutlu olmayacaksan, parayı ne yapacaksın ki? Dünyanın en büyük şirketinin CEO'su olsan, mutlu olmayacaksan ne anlamı var ki? Ve bir anda döndüm:

- Sen Salalah'a benim yüzümden gitmek istemiyorsun, değil mi?

- eh, şey, yani, evet, seni ne kadar seviyorum biliyorsun... Seni nasıl bırakıp gidebilirim?

- Eğer istersen, ben de seninle gelirim!

Ohhh beeee, söylemiştim sonunda! "İstemiyorum ulan gitmeni! Hayvanlar gibi aşık oldum, sensiz nefes alamadığımı hissediyorum, senin başka ülkeye değil başka odaya gitme fikrin bile karnıma bıçak olup saplanıyor!" diyemiyordum. Ama "seninle gelebilirim" demiştim onun yerine... Eninde sonunda ya ayrılacaktık, ya da birimizden birimiz kendini kurban edecekti. Ve ben kurban olarak kendimi seçmiştim.

- Sen... sen ciddi misin? Peki işin ne olacak?

- İstifa ederim! 

-  Ama kariyerin, vazgeçebilecek misin?

- Çok seviyorum seni, senin için herşeyden vazgeçebilirim.

Aha işte bunu da söylemiştim. "Yüzyılın Salağı" yarışması olsa, birinci belli de ikinci kim? Ama şunu düşünüyordum: yıllardır kariyer peşinde koşarken, kendimi maddi olarak tatmin etmeme rağmen, manevi olarak korkunç bir yıkım yaşamıştım. Artık kardeşlerim de okullarını bitirmişlerdi, yani geçen seneye kadar olan vaziyet ciddi anlamda düzelmişti. Böyle bir mutluluğu bulmuşken, bunu kendi ellerimle uzaklara üfleyip acı içinde kıvranmaktansa; yapamadığım şeyler için pişman olmaktansa; yapıp pişman olmak bana daha mantıklı geliyordu. Hayat bana bir kapı açıyordu ve ben bu kapının yanından yürüyüp gidemezdim, içeri girip ne olduğunu görmem gerekiyordu. Yani şimdi o kapıdan girmek mi salaklık, yoksa kapıyı es geçip o koridorda devam etmek mi? Ya aradığım şey o kapının ardındaysa?

Kral'ın gözlerinin nasıl parladığını, nasıl mutlu olduğunu görünce; o kapıdan girmeyi seçmenin ne kadar doğru bir karar olduğunu anlamıştım. Şöyle bir plan yapmıştık: Kral önden gidip keşif yapacak, şirket işlerini halledecek, sistemi kuracak; ben de birkaç ay burada kalacaktım. Eğer keşif sonucunda olumsuzluk görülürse, geriye dönecekti. Yok eğer herşey yolunda giderse, orada yaşamamız için gerekli organizasyonu yapacak ve ben de istifa edip onun ardından gidecektim. Bu planları yaparken, heyecandan birbirimizin kalp atışlarını duyuyorduk. Ayrılmak zorunda kalmayacağımızı bilmek, ikimiz için de müthiş bir rahatlamaydı... Ve planı uygulamaya başladık.

Onu uğurlarken hiç ağlamadım. Çünkü aramızdaki bağ artık o kadar güçlenmişti ki, nereye giderse gitsin o bağın kopmayacağından adım gibi emindim. Sadece ondan uzak kalacağım ve evimizde onsuz yaşamak zorunda kalacağım için çok burkulmuştum. Ama Minnoş'un varlığı bana güç veriyordu. Evimizin babası bize yeni yuva yapmak için uzaklara uçuyordu, biz de sabır, sevgi ve güvenle onu bekleyecektik. 

Kral, tam muson yağmurlarının olduğu dönemde, Arap Yarımadası'nın ucunda, Yemen sınırında, hayatımızda daha önce hiç duymadığımız bir yere, elinde sadece bir bavul ile gitmişti. Şirketi kuracak, hukuksal işleri halledecek, idari işleri halletmek için adam bulacak, falan filan... Yani oraya tayin oldu olmasına da, şirket açılışı için cebine koydukları yüklü miktarda dolar ve Dubai'de bir avukatın kartviziti hariç ortada hiçbirşey yok! Kimseyi tanımıyor, hiçbir bağlantı yok, merkezdeki destek ekibi aynı anda açılan başka bir ülke operasyonundan dolayı yetişemiyor... Havaalanından otele gitmek için bindiği taksinin şoförü ile anlaşmış sadece, onu sağa sola götürüp etrafı tanıtması için. Adı Muhammed. İşte bütün destek o!

Her gün defalarca konuşuyor, akşamları durum değerlendirmesi yapıyorduk. Birbirimizden uzakta olmak çok can acıtsa da, bir şekilde kavuşacağımızı bilerek üstesinden geliyorduk. Onunla gurur duyuyordum, yaptıklarına ve yaşadıklarına şahit oldukça ne kadar doğru bir adam seçtiğimden daha da emin oluyordum. İşte benim erkeğim böyle olmalı!!! Bir yandan çok da korkuyordum, yalan yok, arada bir aklıma şeytanlar giriyordu: Ya oralarda sefil olup gidersem? Ya aşkımız biter ve ben yapayalnız, işsiz, yurtsuz kalırsam? Ya hayatım boyunca pişman olacağım bir karar verdiysem?... Ama onun yüzünü telefonda görüp, sesini duyduğum anda bütün sorular susuyordu zihnimde, tek bir düşünce sarıyordu aklımı: sonsuza kadar mutlu yaşayacağız....

Sonsuza kadar mutlu yaşayacağız...







 Hayatımıza Giren Davetsiz Misafir...


Haziran.2014...Tiflis... Rüyada yaşamaya devam ederken, bir de baharın gelmesi ve yazın ılık nefesinin kendini hissettirmeye başlaması keyfimi katlıyordu. Yaz çocuğuyum ben, sevmiyorum kar kış! Sanki güneş enerjisi ile çalışıyormuş gibiyim, hani kışın hava bir pusulu ve karanlık oluyor ya benim de enerjimi ve yaşama sevincimi çekiyor. Tiflis kışları da soğuk ve kar konusunda pek bir cömert davrandı, sağolsun:) Ama Kral'la geçirdiğimiz bu kış, belki de hayatımın en güzel kışıydı. Yahu insan aşık ve mutluysa, kuzey kutbunda bile yaşayabilir demek ki...

Artık evlerimizi birleştirdik gibi birşey oldu. Benim evim daha geniş ve manzaralı, ayrıca kışın daha sıcak olduğu için bütün kışı benim evimde geçirdik. Havalar düzelmeye başlayınca Kral'ın Marjanishvili'deki evine taşındık. İki evimiz var yani, bir orada bir buradayız ama devamlı birlikteyiz. Evin içinde birimizden birimiz tuvalete bile gittiğinde diğerimiz özlüyor ve merak ediyor:) Birlikte alışveriş yapıyoruz, yemek yapıyoruz, akşamları çıkıyoruz geziyoruz, şehri geziyoruz... Kral zaten üç yıldır burada, benim yabancı olduğum bu şehri ve insanlarını o tanıtıyor bana. Mahallenin muhtarı gibi zaten, kırk kişiye selam vermeden şuradan şuraya gidemiyoruz! Ara ara eski kız arkadaşları da denk geliyor, kucağa atlamalar eşliğinde moccuk moccuk öpüşmeler falan:))) İnanır mısınız hiç kıskanmıyorum, çünkü onun kalbi ve beyni bana, benimki ise ona ait. Sadece gülümseyip ben de tanışıyorum kızlarla, sonra da "seni çapkın seni" dercesine göz kırpıyorum Kral'a. Biraz kızarıyor ve omuz silkiyor, kolunu omzuma atıp göğsüne bastırıyor beni, sımsıkı sarılıyor. Bu dünyada ikimizden başka kimse yaşamıyor sanki, kimse umurumuzda değil. El ele geziyoruz Tiflis sokaklarında, şehir bizim, dünya bizim! 

20.Haziran'da doğumgünü var, ona güzel bir sürpriz hazırlamak istiyorum. Aklımda Nice, Monaco ve St.Tropez içeren bir tatil organizasyonu var. Acenta ile de görüştüm, otelleri seçtim. Mesela Nice'de Negresco'da kalacağız, o ruhu yaşamamız lazım. Monaco'da Meridien... St.Tropez'e günübirlik gideriz diye düşündüm. Tabi ki Monte Carlo'da Casino'ya gitmemek de olmaz. Araba kiralayacağız mecburen. Ufak bir detay var: Schengen vizesi almamız lazım o yüzden Kral'a bu tatili çıtlatmak zorundayım. Güzel bir cafede oturmuş tatlı-kahve keyfi yaparken soruyorum vizesi var mı diye. Yok... Tabi ki merak ediyor, zaten aşırı meraklı kendisi - tam bir ikizler burcu- vaziyeti anlatana kadar rahat vermiyor. Dökülüyorum ben de, böyle böyle tatile gideceğiz, hemen vize almamız lazım diye. Vayyyy, kıyametleri koparıyor! "Hayatta olmaz, böyle bir maliyete nasıl girersin, asla kabul etmem" falan... Yahu, rezervasyonları yapmışız, acentaya ön ödeme yapmışım, nasıl olmaz? En sonunda daha mantıklı bir maliyetle Rodos tatiline düşürüyoruz baremi, onu kabul ediyor. Acentaya gidiyoruz birlikte, bu son dakika manevrası ile bütün organizasyon Rodos'a kayıyor. Tamam, napalım, Yunanistan'a gideriz biz de...

Vize için koşuşturmacalar, tatil öncesi alışveriş, bavullar, uçak biletleri falan derken Atina uçağında buluyoruz kendimizi. Atina'dan Rodos'a aktarma yapacağız Athena Havayolları ile... Anammm, bir de ne göreyim, Atina'dan Rodos'a uçuş pervaneli uçakla!!! Ben uçaktan zaten korkuyorum, o pervaneleri görünce aklım gidiyor. Şansıma, hayatımın en rahat uçak yolculuklarından birini yapıyorum, asayiş berkemal. Rodos adasına iniyoruz sağ salim. 

Acentadaki son dakika manevramız biraz geç olduğu için, asıl kalmak istediğimiz 5 yıldızlı otel 3 gün sonra müsait olacak, o üç günü de başka bir otelde geçireceğiz. Dört yıldızlı olmasına rağmen, bana kalsa tek yıldız bile vermeyeceğim boktan bir otele geliyoruz. Neyse Allahtan sadece üç gün kalacağız, moralleri bozmak yok... Motorsiklet kiralıyoruz hemen, üç günde adanın kuzey bölümünü geziyoruz ve hatta bir de sörf okuluna yazılıyoruz. Vakit öyle bir geçiyor ki, bir bakıyoruz akşam olmuş! Her gün değişik beachlerde denize giriyoruz ama akşamları Rodos Kalesi içindeki Romeo restorana sabitlendik. Uzo ve Yunan mezeleri, Buzuki eşliğinde şarkılar, ağaçlardan sallanan renkli ışıklar, heryerden yükselen kahkaha sesleri ve sirtaki yaparak masaya servis getiren garsonlar... Romeo bizim mekan! Yemekten sonra Kale ve Yat Limanı çevresinde geziniyoruz, gece taksiyle otelimize dönüyoruz. Gözünü sevdiğim memlekette, taksi şoförleri bile mis gibi traş losyonu kokuyor. Heryer ve herkes çiçek gibi, tertemiz, pırıl pırıl... Medeniyet işte!

Üç gün sonra asıl otelimize geçiş yapıyoruz, zaten çevre turlarında yorulduğumuz için birkaç gün tesislerden çıkmıyoruz. Herşey mükemmel ama tek bir sorunumuz var: tuvalet!!! Otel odaları çok güzel ama tuvalet duvarları camdan! Tamam, neredeyse bir yıldır birlikte yaşıyoruz da, insan balığını bile akvaryumda tuvaletini yaparken görmek istemez. Lavaboyu kullanmamız gerektiğinde odaya tek tek çıkıyoruz, veya ikimiz de odadaysak diğeri balkona çıkıp perdeleri çekip bekliyor:) 

Bu ufak pürüz haricinde tek kelimeyle muhteşem bir tatil yapıyoruz, denizin ve güneşin tadına varıyoruz, aşkımızın keyfini çıkarıyoruz. Rodos'a da aşık olmuş bir şekilde bavullarımızı topluyoruz artık. Eve dönüş vakti geldi...Tekrar Atina üzerinden aktarmalı Tiflis'e dönüyoruz. Keyfimiz çok yerinde, Kral'a unutamayacağı bir doğum günü hediyesi vermiş oluyorum.

Evde tabi ki yiyecek birşey kalmadığı için ertesi günü markete gidiyoruz. Rustaveli Metro'nun oradaki Smart Market'e. Arabayı arka girişin oradaki otoparka bırakmışız. Elimiz kolumuz dolu halde arka kapıdan çıkarken, tam önümüzden bir çocuk geçiyor elinde bir koli kutusuyla. Kutu kocaman, çocuk önünü zor görüyor, kutuyu sağa sola sallıyor düşmemek için. Birden kutunun içinden incecik, zayıf bir ses geliyor, "miyyykkk" diye. Kralla birbirimize bakıyoruz, anlam veremiyoruz, olduğumuz yerde durup çocuğu takip etmeye başlıyoruz gözümüzle... Otoparkın sonundaki çöp kutularına doğru gidiyor! Torbaları yere bırakıp, çocuğu durduruyoruz, çat pat Gürcüce ile anlaşmaya çalışıyoruz, kutunun içinde ne olduğunu soruyoruz işaretle. Kutunun kapağını açıp gözüyle iki minicik kedi yavrusunu işaret ediyor ağlamaklı bir suratla. Bunları bulmuş, eve götürmek istemiş, annesi de kıyameti koparıp kedileri çöpe atmasını söylemiş. Haydaaaaa!

"Sen ver bakalım o kutuyu" diye alıyoruz çocuğun elinden, "merak etme, tamam" diye çocuğun sırtını sıvazlıyoruz. "Nereden buldun bunları?" diye soruyoruz, eliyle Rustaveli Metro çıkışı ve McDonald's olan yeri işaret ediyor. "Hadi sen git" diye gönderiyoruz onu. Seviniyor yumurcak, koşarak uzaklaşıyor bizden, kedileri çöpe atmak zorunda kalmadığı için pek mutlu. Biz de elimizde bir kutu ve içindeki iki yavru kedi ile mal gibi kalıyoruz, nolacak şimdi?

Market torbalarını arabaya yerleştiriyoruz ve arabaya binip kutunun içindeki kedileri incelemeye başlıyoruz. Korkmuşlar, üşüyorlar, karınları aç, ciyak ciyak bağırıyorlar... Daha tüyleri tam çıkmamış, taş çatlasın 3-4 haftalık, küçücükler... Vakit kaybetmemek için eve doğru yola koyuluyoruz, ne yapacağımızı evde düşünürüz. Bu bebekleri önce bir doyurup, ısıtmamız lazım. Şırında ile süt içiriyoruz, göğsümüze battaniye ile sarıp bastırıyoruz, en azından artık sakinleştiler. Uykuya daldılar. "Bunlar çok küçük, anneleri olmadan yaşayamazlar, annelerini bulmamız lazım" diyor Kral. Evet, ama nasıl? Hasır bir şapkam var, onun içine yünlü hırkamı tıkıştırıyorum, bebekleri içine gömüyorum. Bir tanesi beyaz üzerine kahverengi lekeli, diğeri beyaz üzerine gri-sarı lekeli. Kahverengi lekeli olan çok sakin de öbürü çok meraklı, devamlı kafayı çıkarıyor bize bakıyor. "Bulduğumuz yere gidip arayacağız, başka çare yok" diyor, başımla onaylıyorum, deneyelim bakalım.

Hava kararmış, tam bir yaz akşamı. Elimizde hasır şapka, şapkanın içinde iki minik kedi, Rustaveli Metro ve çevresinde ne kadar esnaf, ne kadar sokak satıcısı varsa hepsine buralarda doğum yapan kedi görüp görmediklerini soruyoruz. En sonunda oradaki cafede çalışan garson bize yukarıyı işaret ediyor. O yukardaki binaların orada kediler çok olurmuş, "oraya bakın" diyor parmağıyla göstererek. Mc Donald's yanından yukarı kıvrılan yola girip, adamın gösterdiği alana geliyoruz. Yanyana binalar, otoparklar, binaların arasında uzun telli kapılar. Otoparklardan bir tanesine giriyoruz, tellerin ardından yandaki binanın otoparkı da görünüyor.Arada duvar, duvarın bittiği yerden Rustaveli caddesi görünüyor aşağıda, yamacın üzerindeyiz. 

Teori şu: Eğer bu kedilerin annesi buralarda bir yerlerdeyse, yavrularının sesini duyup onları almaya gelecektir. Şapkayı yere koyuyoruz, başlıyoruz beklemeye... Pisi pisi diyoruz, kişt kişt diyoruz, kedi çağırıyoruz. Gelen geçen bize bakıyor, "bu iki manyak gece vakti ne yapıyor" diye. Yere koyduğumuz için ürken yavrular miyavlamaya başlıyor. Veeee onların sesine bir kedi koşarak yaklaşıyor. Mutluluktan ağlamak üzereyiz, kedinin yaklaşmasını seyrederken birbirimize sarılıyoruz, ne güzel bir manzara, bebekleri annelerine kavuşturduk! Anne kedi geliyor ve şapkanın yanında duruyor, koklamaya başlıyor. Normalde daha meraklı olan gri-sarı lekeli kafayı çıkaracakken, kahverengi lekeli onu aşıp üste çıkıyor, ince ince miykliyor. Anne kedi ağzını açıp, kahverengi lekeliyi kafasından kaptığı gibi hızla geldiği yan bina otoparkına koşmaya başlıyor! Bir anda yavrununun ciyak ciyak bağırması ile çınlıyor ortalık, ses gittikçe uzaklaşıyor. Bir terslik olduğunu anlıyoruz, Kral kedinin peşinden koşmaya başlıyor ama kedi telin öbür yanına geçip arabaların arkasında gözden kayboluyor. Yavrunun sesi geliyor uzaktan... Kral atik bir hareketle yamacın ucundaki duvarın üzerine atlıyor, "Allahım şimdi aşağıya düşecek" diye yüreğim ağzımda bakarken, ben de yerdeki şapkayı hemen alıp içindeki kalan miniği göğsüme bastırıyorum. Kaçırılan yavrunun acı bağırması susuyor bir anda, tamamen sessizliğe bürünüyor otoparklar. Biraz sonra karanlığından içinden Kral'ı görüyorum, tellere yakın duran sokak lambası ışığında netleşiyor görüntüsü. Yine duvarın üzerinden atlayarak benim olduğum yana geçiyor, üzgün ve şaşkın, nefes nefese kalmış halde ellerini iki yana açıyor. Ne olduğunu anlayamıyoruz, anne kedi olmadığı kesin ama tam olarak ne olduğunu da çözemiyoruz. Öldü mü? Kendi elimizle yavru kediyi öldürdüğümüzü anlamamız birkaç dakikamızı alıyor. Olduğum yere çömeliyorum üzüntüden, gözümden yaşlar süzülüyor. Kral da vaziyeti anlayınca, yavaşça beni çöktüğüm yerden kaldırıyor, kucağımda kalan tek yavru kedi ile birlikte ağlayarak uzaklaşıyoruz o otoparktan. Bir daha da o sokağa hiç girmiyoruz.

Eve dönene kadar ağzımızı bıçak açmıyor, ben elimdeki yavrunun başını okşayıp sessizce ağlıyorum. Kral, üzüntüden ve öfkeden çenesi kilitlenmiş halde, onun gözyaşları içine akıyor, biliyorum. Eve giriyoruz, ufaklığı tekrar battaniyesine sarıp sütünü içiriyoruz. O gece 3-4 saatte bir kalkıp besliyoruz miniği...

Ertesi günü veterinere gidip durumu anlatıyoruz. Meğer, yetişkin erkek kediler, yavru erkek kedileri boğarak öldürürmüş! Tabiatın acımasız doğum kontrol yöntemi... Biz de salak gibi elimizdeki yavruyu yem etmişiz. Bizim sarı-gri lekeli kızmış, büyük ihtimalle kahverengi lekeli olan erkekti demek. Kendi cehaletimize mi yanayım, minicik yavruyu kurban ettiğimize mi yanayım, elimizde kalana nasıl bakacağımız konusunda hiçbir fikrimiz olmamasına mı yanayım! Hayatta kalmayı başardığına göre, onu da tehlikeye atamayız, bu minik bizimle kalıyor, istesek de istemesek de... Zaten o kadar güzel ve masum ki, o kadar küçük ki, nasıl bırakabiliriz? 

Ve bir aile oluyoruz artık, ailemizin ilk üyesi "Minnoş" Hanım:) Minnoş'umuzu alıp eve doğru yola koyuluyoruz, artık bir süre geceleri uyku yok... Ama olsun, ikimiz de verdiğimiz karardan çok memnunuz ve Minnoş bize Allah'ın bir hediyesi. Davetsiz bir misafirimiz var artık hayatımızın ortasına düşen! Arabayla giderken, kucağımda Minnoş'la yanımda oturan bu güzel ve vicdanlı adama bakıyorum. Bir insanı her gün daha çok sevmek mümkün mü? Mümkünmüş demek! Yan gözle bana bakıyor ve gülümsüyor, el ele tutuşuyoruz. Arabamız Çınar Ağaçlarının arasından evimize doğru ilerlerken, hiç bırakmıyoruz birbirimizin elini...